
insanlık öldü mü?
Şimdiye kadar -biraz da olsa- iyilik taşıdığına dair fikrim bulunan bir şeyin, kötücül olduğunu kabul etmenin ağırlığı var üzerimde yeni yıla girerken. İflas eden sistemlerin az da olsa ümit barındıran kavram karmaşaları durulduğunda bana gösterdiği çöküşün kabulu. Kötü olduğunu kabul etmenin acısı.
Dünyanın yarısı aç ve susuzken... çocukların geçmişte de şimdi de az ötede ödürüldüğü... insanlık zannettiğinizin aksine onurlu birşey değildi hiçbirzaman. "insan olmak" kullandığımız anlamını terk edeli çok oldu.
insan olmak benim midemi bulandırıyor.
Yazmak da kötü hissettiriyor.
Dünyanın yarısı aç ve susuzken... çocukların geçmişte de şimdi de az ötede ödürüldüğü... insanlık zannettiğinizin aksine onurlu birşey değildi hiçbirzaman. "insan olmak" kullandığımız anlamını terk edeli çok oldu.
insan olmak benim midemi bulandırıyor.
Yazmak da kötü hissettiriyor.
Gaza

Fotoğraf Gazze'den. insan kanı. İsrail'in durması gerekiyor.
İnsan olmamız midemi bulandırıyor.
Avustruylalı adını şu an hatırlamadığım bir felsefeci günümüzü tanımlamak için zoolojiden bir kelime ödünç alıyordu. Almanca olan bu kelime yanılmıyorsan" Duldung-staren" di. Tam olarak aslında bir sürüngenin tepkisi için kullanılıyor, gayet sıradan bir bilgi bu; hayvanın şoka girip felç olmasını anlatan bir kelime. Ama hayvan bu sırada aktif olarak korkuyu yaşıyor ve görebiliyor ama felç olduğunu kavrayamıyor.
Birşeylerin değişmesi gerektiğine olan inancı gelişmiş, haberleri takip eden, kendi çapında çırpınan birçok insanı da tarif ediyor. Beni tarif ediyor.
Engellemek istediğin bir olay karşısında felç geçirmek. Muktedir olamayışının verdiği çaresizlik.
Görüyor duyuyor biliyorsun ama çoktan felç edilmişsin. Tüm dünya neyin yanlış olduğunu görüyor, seyrediyor ve kımıldamıyor.
Dante'nin cehenneminden yeni çıktım.
Christian 'dan gelen mesaj: whatisyourview?
Dear Friends and collegues.
Eight years ago we, Christian Hillesö and Johan Tirén, made a modest but straight ahead project asking some of the world CEO´s, the top 100 at the time, 3 questions on Power, Economy and Democracy. A lot has happened since then, but some things stay the same. That is why we in 2008 repeated the inquiery, and sent the same letter to the 100 top CEOs of today. Now, after the recent financial turbulence, we feel that these questions are as important to ask as ever, and we're glad to present the project on a new web site with the answers as well as the "non-answers".
WHAT IS YOUR VIEW Mr. WAGONER & WHAT IS YOUR VIEW Mr. R. LEE SCOTT.
Was a letter sent in the year 2000 and again in 2008 to the 100 largest companies, according to the Fortune Magazine Global 500, which is based upon the annual turnover of global corporations. The appeal to the ethical responsibility of such corporations - who tend to be involved in everyday lives in the global village - was manifested in three basic questions: what is your views on Democracy?, what is your views on power?, what is your views on economy?. Only 5 corporations representatives made an effort to respond to the first letter in a more conscientious manner, 9 others respondents were the "due to a busy schedule we're unable to answer..." type. Of the 100 CEOs in year 2000 there were 99 men and only 1 woman. ALL OF THE TOP 100 CEOs IN YEAR 2008 WERE MEN. The Fortune Global 500 is a ranking of the top 500 corporations worldwide as measured by revenue. The list is compiled and published annually by Fortune magazine. So far in 2008 we are yet to receive answers with more substance than apologies for not being able to reply.
We put the letters and the replies online at http://www.whatisyourview.net for you to read.
Best Regards
Christian Hillesö
Johan Tirén
Eight years ago we, Christian Hillesö and Johan Tirén, made a modest but straight ahead project asking some of the world CEO´s, the top 100 at the time, 3 questions on Power, Economy and Democracy. A lot has happened since then, but some things stay the same. That is why we in 2008 repeated the inquiery, and sent the same letter to the 100 top CEOs of today. Now, after the recent financial turbulence, we feel that these questions are as important to ask as ever, and we're glad to present the project on a new web site with the answers as well as the "non-answers".
WHAT IS YOUR VIEW Mr. WAGONER & WHAT IS YOUR VIEW Mr. R. LEE SCOTT.
Was a letter sent in the year 2000 and again in 2008 to the 100 largest companies, according to the Fortune Magazine Global 500, which is based upon the annual turnover of global corporations. The appeal to the ethical responsibility of such corporations - who tend to be involved in everyday lives in the global village - was manifested in three basic questions: what is your views on Democracy?, what is your views on power?, what is your views on economy?. Only 5 corporations representatives made an effort to respond to the first letter in a more conscientious manner, 9 others respondents were the "due to a busy schedule we're unable to answer..." type. Of the 100 CEOs in year 2000 there were 99 men and only 1 woman. ALL OF THE TOP 100 CEOs IN YEAR 2008 WERE MEN. The Fortune Global 500 is a ranking of the top 500 corporations worldwide as measured by revenue. The list is compiled and published annually by Fortune magazine. So far in 2008 we are yet to receive answers with more substance than apologies for not being able to reply.
We put the letters and the replies online at http://www.whatisyourview.net for you to read.
Best Regards
Christian Hillesö
Johan Tirén
- Arabanı kaldırıma çarptım evet. Ama esas kaza başkaydı.
ada
" Eğer birşeyleri değiştirmek istiyorsan, kullandığın eşyaları değiştir."*
Şimdiye kadar, özellikle sanat için pek çok şeyi eleştirdim ama eleştirimi başka yere üretimimi de başka yere doğru yaptığımdan dolayı ortada tuhaf bir durum oluştu... Benim için oldukça esin veren ve yeni bir alanın keşfi oldu bu.
Sorularımı yeniledim. Yıllardır elimde tuttuğum ve daha da mükemmelleştirmeye çalıştığım o pek değerli cevaplarımı attım.
Haksız olduğumu söyleyen binlerce kafaya inat ediyorum.
-----
* Alıntıyı hatırlamıyorum ve detaylı olarak konuya döneceğim. Hikaye anlatılmaya değer.
Şimdiye kadar, özellikle sanat için pek çok şeyi eleştirdim ama eleştirimi başka yere üretimimi de başka yere doğru yaptığımdan dolayı ortada tuhaf bir durum oluştu... Benim için oldukça esin veren ve yeni bir alanın keşfi oldu bu.
Sorularımı yeniledim. Yıllardır elimde tuttuğum ve daha da mükemmelleştirmeye çalıştığım o pek değerli cevaplarımı attım.
Haksız olduğumu söyleyen binlerce kafaya inat ediyorum.
-----
* Alıntıyı hatırlamıyorum ve detaylı olarak konuya döneceğim. Hikaye anlatılmaya değer.
Labels:
ada,
elmas deniz,
Güncel Sanat
...Burası, insanların cevaplarını tamamlamak için değil, sorularını tekrar tanımlamak için geldikleri bir yerdi...

Bu hepimizi ilgilendiriyor.
Amerika'da yapılan seçimler bizi neden ilgilendirsin diyen kalmamıştır umarım.

“Change isn’t just something that happens,” noted Obama. “It starts from the bottom up. Just like the economy. We start educating at the kindergarten level and when they graduate high school, we’ve got good little Marxists. It’s as simple as that. Then, the workers of the world may unite.”
http://electivedecisions.wordpress.com/2008/10/27/bill-ayers-and-barack-obama-to-mandate-reading-of-the-communist-manifesto/

“Change isn’t just something that happens,” noted Obama. “It starts from the bottom up. Just like the economy. We start educating at the kindergarten level and when they graduate high school, we’ve got good little Marxists. It’s as simple as that. Then, the workers of the world may unite.”
http://electivedecisions.wordpress.com/2008/10/27/bill-ayers-and-barack-obama-to-mandate-reading-of-the-communist-manifesto/

Bloglar açıldı ama yasa duruyor
Öğrendik bir kere, ders oldu. Bırakmak yok.
İllegale düşen yayıncılığımız, hapishane günleri
http://www.ipetitions.com/petition/blogumigeriistiyorum/index.html
Lütfen herşeyden önce yukarıdaki linke gidip bir imza verin. Bloglar üzerindeki yasağın kaldırılması için başlatılan bir imza kampanyası.
Teşekkür ederim.
----
Hepimiz cezalıyız.
Türkiye'de Bloglar kapandı. Bu yazıları yasakla başa çıkmaya çalışan insanlar sayesinde yazabiliyorum. Onlara da teşekkürler.
Bu yasağın varlığını ortadan kaldırmıyor şüphesiz. İllegal de olsa yazmaya devam edeceğim maalesef bu da yasağı silemiyor...
İnternet üzerinde suç unsuru teşkil eden kişisel blogların kapatıldığına tanık olmuştuk. Burdan istemeye istemeye şu sonucu çıkartıyorum. Bu kapatılma aslında daha ciddi ve kapsayıcı bir yasak anlamına geliyor. Bloglar akılların, kalemlerin ve fikirlerin dünyası... Bu kapatılma çok daha vahim bir şeye işaret ediyor:
70 milyon kişi fikrini söyleyebilmekten dolayı hapse atıldı.
İşte yasak bana bunu söylüyor.
Fikirler; dil, din, ırk, cinsiyet, milliyet, ekonomik sınıf, isim, sıfat ayrımı olmadan kişisel bloglar sayesinde kitlelere ulaşabilme şansı elde etti. Olaya bu özgürlüğün işe yaradığı endişesi taşıyan kişilerce durdurma denemesi olarak bakıyorum. Bu bir ceza olamaz bu düpedüz benim hakkımın elimden alınması. Ama ne güzeldir ki insan aklı da düşüncesi de zaptedilemez.
En temel haklardan birisi olan ifade özgürlüğünün, elimden ve benim gibi pek çok bireyin elinden alınmasını anlamıyorum ve şiddetle reddediyorum!
Bu kadar aptallığı kimse kaldıramaz.
25.Ekim.2008
Türkiye açık cezaevi, İstanbul
Tamamen açık.
Püfür püfür...
Lütfen herşeyden önce yukarıdaki linke gidip bir imza verin. Bloglar üzerindeki yasağın kaldırılması için başlatılan bir imza kampanyası.
Teşekkür ederim.
----
Hepimiz cezalıyız.
Türkiye'de Bloglar kapandı. Bu yazıları yasakla başa çıkmaya çalışan insanlar sayesinde yazabiliyorum. Onlara da teşekkürler.
Bu yasağın varlığını ortadan kaldırmıyor şüphesiz. İllegal de olsa yazmaya devam edeceğim maalesef bu da yasağı silemiyor...
İnternet üzerinde suç unsuru teşkil eden kişisel blogların kapatıldığına tanık olmuştuk. Burdan istemeye istemeye şu sonucu çıkartıyorum. Bu kapatılma aslında daha ciddi ve kapsayıcı bir yasak anlamına geliyor. Bloglar akılların, kalemlerin ve fikirlerin dünyası... Bu kapatılma çok daha vahim bir şeye işaret ediyor:
70 milyon kişi fikrini söyleyebilmekten dolayı hapse atıldı.
İşte yasak bana bunu söylüyor.
Fikirler; dil, din, ırk, cinsiyet, milliyet, ekonomik sınıf, isim, sıfat ayrımı olmadan kişisel bloglar sayesinde kitlelere ulaşabilme şansı elde etti. Olaya bu özgürlüğün işe yaradığı endişesi taşıyan kişilerce durdurma denemesi olarak bakıyorum. Bu bir ceza olamaz bu düpedüz benim hakkımın elimden alınması. Ama ne güzeldir ki insan aklı da düşüncesi de zaptedilemez.
En temel haklardan birisi olan ifade özgürlüğünün, elimden ve benim gibi pek çok bireyin elinden alınmasını anlamıyorum ve şiddetle reddediyorum!
Bu kadar aptallığı kimse kaldıramaz.
25.Ekim.2008
Türkiye açık cezaevi, İstanbul
Tamamen açık.
Püfür püfür...
Bir konuya açıklık getirme ihtiyacı.
2003 yılında K2'nin kuruluşunda bulundum ve daha sonra sanatçılar tarafından yürütülen bu mekanda eş proje direktörlüğü yaptım. 2007 yılı ekim ayı itibariyle bu görevimden ve K2 Sanatçı inisiyatifinden kendi kararım doğrultusunda ayrıldım. Şu anda K2 sanat merkezi ile hiçbir bağlantım yoktur.
İzmir'de güncel sanat ve sanatçı inisiyatifleri, alternatif oluşumlar konusunda her tür deneyim/ fikir alışverişine açık olduğumu, ancak 2008 yılında üretilen hiçbir projede bulunmadığımı belirtmenin ve böylece meseleye açıklık getirmenin yerinde olacağını düşündüm.Bilginize.
Elmas.
İzmir'de güncel sanat ve sanatçı inisiyatifleri, alternatif oluşumlar konusunda her tür deneyim/ fikir alışverişine açık olduğumu, ancak 2008 yılında üretilen hiçbir projede bulunmadığımı belirtmenin ve böylece meseleye açıklık getirmenin yerinde olacağını düşündüm.Bilginize.
Elmas.
Kim kime destek oldu?
Aslında ne yalan söyleyeyim o kadar da umrumda değil, ama bir durumu örneklemesi açısından önemli bulduğum için tartışmayı buraya taşıdım. Trendsetter' da yazımın yayınlanmasından sonra derginin editörüyle bir dizi yazışmamız oldu.
Merhaba Mujde Hanim,
Size yazma amacim Trendsetter dergisi 77 nolu / Eylul 2008 sayisinda (blogumdan aldiginiz) "Bir adres" baslikli yazimi izinim olmaksizin yayinlamis olmaniz.
http://creativecommons.org/licenses/by-nd-nc/1.0/fi/deed.en
linkinde gorulecegi uzere, para kazama amacli olarak yazilarimin kopyalanmasi yasaktir. Blogumda da yan tarafta gorebileceginiz CC isaretli link bu konuda aciklayicidir.
Derginizde yayinladiginiz yazim icin tarafinizdan benimle (yazili-sozlu-diger) hicbir iletisim kurulmadi. Sonuc olarak ben yazilarimi halka acik olarak yayinliyorum ancak taktir edersiniz ki Trendsetter dergisi bedava dagitilmiyor.
Yaklasiminiz cok buyuk oranda entellektuel emegin somurulmesi manasina geliyor.
Amacinizi anliyorum ancak yazim icin telif ucreti, ozur veya ne dusundugunuzu sormayi hakkim olarak goruyorum.
Ilginize tesekkurler,
Elmas Deniz
06.Ekim.2008'de Müjde hanım cevap olarak, iyi niyet geregi benden izin almasi gerektiğini ve bu konuda hakli olduğumu yazdı ve ihmali için özür diledi. Ancak benim emek somurusu iddiama karsi cikarak şöyle dedi:
"eger blogunuzun adresini, sizin kimliginizi acik acik yazip "bu bir alintidir" seklinde vermeseydim, emek somurusundan soz edilebilirdi. Alinti, kaynak acikca belirtildigi muddetce, basinda yaygin olarak uygulanan bir sistemdir ki, sizin durumunuzda ben kaynagi dogrudan basliga cekerek okurlari sizin blogunuza yonlendirdim. Bu noktada, is etigi yonunden bir zaafim oldugunu dusunmuyorum.
Ayrica Trendsetter 15 bin tiraji olan bir dergi, oldukca nis bir okur kitlesi var ve 1 sayfasinda yer almanin ise genellikle bir bedeli var. Ise hangi acidan baktiginiza bagli, bunu blogunuz icin bedava bir tanitim olarak gorebilirsiniz, ya da emek somurusu deyip telif talep edebilirsiniz. Eger telif talep ederseniz, bilin ki yasal olarak size boyle bir odeme yapma yukumlulugum yok ancak yazar olarak desteklenmeniz gerektigini dusundugumden dergimizin standart telif ucretini banka hesabiniza (Turkiyede) gonderebilirim."
From: Elmas Deniz [mailto:elmas.deniz@gmail.com]
Sent: Thursday, October 09, 2008 7:22 PM
To: MÜJDE
Cc: dino
Subject: Re: yayinlanan yazim hakkinda
Merhaba Mujde Hanim,
Ben de gec yanitliyorum sorun degil. Zaten gec yazdim Dino blogunda konuyla ilgili yazdi ben de sizden bir mail gelir diyerek bir ay kadar bekledim. Dino'dan izin aldiginizi biliyorum, hatta benim yazimin yayinlandigini da sayesinde sanseseri ogrendim. Yurtdisinda oldugu icin yazisinin cikacagi dergiyi benden almami rica etti. Ben de sasirdim tabii ki, hic karsilasmayabilirdim de. Ozrunuz tamamdir, anliyorum calisirken birtakim aksamalar olabiliyor.
Mesele dusundugunuz gibi degil, sizin "is etigi zaafi olarak gormediginiz" yaklasim, esasen ciddi bir baska etik problemi doguruyor. Bu tarz yaklasimin degismesini bir prensip olarak gordugum ve onemsedigim icin size yaziyorum. Tehlif istemem de bundan dolayidir.
"sizin kimliginizi acik acik yazip "bu bir alintidir seklinde vermeseydim" demissiniz. Bu hirsizlik olurdu, bu entellektuel emegin somurulmesi degil gasp edilmesi olurdu. Yazi bir "alinti" degil yazinin tamami. Yani benim entellektuel emegin somurusunden daha kastim su, bir dergi cikiyor ve derginin icinde bir bolum guzel bir bicimde bloglardan alinan metinlere ayrilmis. Birisi, bu bloglari okuyup uzerine bir yazi yazmis olsaydi ve alinti yapmis olsaydi bu sizin (entellektuel) emeginiz olurdu. Ama burda yazinin tamami sanki ben anlasmisim gibi orda. Reklam isteyip istemedigine de baskasinin yerine karar vermis oluyorsunuz. Kaldi ki ben blogda bir zaman sonra istedigim yazimi silebilirim kaldirabilirim ama dergide kalicilasiyor, anlatabiliyormuyum... Meselemiz bu degil gercekten, sesimin tonu sinirli cikiyor olabilir lutfen bunu uzerinize almayin bu cok daha genel ve dolayli bir problemin parcasi ve yalnizca yazar olarak degil -hatta daha fazla- sanatci olarak da cokca karsilastigim, iyi tanidigim bir problem.
Is ariyorum ve sanatci/yazar olarak duzenli bir maas almayan birisiyim, dogal olarak emegimin karsiligi ve cabalarim hep guvensiz bir zeminde yuruyor. Kultur-sanat alanindaki yaratici insanlarin genel sorunu da bu olmus oluyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Su an paraya ihtiyacim oldugu ve yazar olarak desteklenmem icin mi? Yoksa gercekten yazimin yayinlanmasinin karsiliginda dogal olarak yazara odenmesi gerekli ucret mi? emin olamayabilirsiniz...
Iste problem tam da budur.
Hatta biraz daha uzatayim, bircok is de bedava emek harcanir ancak bu gonullu girisilen isler; destek olunmasi gereken yayinlar ve alternatif ufak olcekli vb.yayincilik girisimlerdir. 15 bin trajli bir dergiye yazar olarak destek vermemi anlamsiz buluyorum.
Zamaninizi aldigim icin uzgunum. Ancak dusuncelerimi aciklayabildigimi umuyorum.
Iyi calismalar,
E.
_____
Elmas Deniz
TC Is Bankasi
Vadesiz TL Hesabi
Hesap No: 3400 2373000
Sube: Izmir Merkez
Sube kodu: 3400
----
13.Ekim.2008 de Müjde hanımdan aldığım son mailde, Müjde hanım
"Internetteki yazi ve bilgi coplugu icinden okunmaya deger yazilari bulup cikartmak ve okurlara sunmak da bir emektir. Sunulan yazi sadece 1 ornektir. Arkasinda 170 sayfalik 1 de dergi var. Ama bu tartismayi uzatmak istemiyorum cunku siz bir tartisma yapmiyor kendi fikrinizi dayatiyorsunuz. Dergiye yazar olarak destek vermediniz, dergi olarak biz size destek verdik, bunu goremiyor olmaniza sasiriyorum" dedi ve bana karsi ne yasal ne de ahlaki bir sorumlulugu bulunmadığını belirten ve dolayisiyla telif yazmaya da gerek gormuyorum diye sona eren bir cevap verdi.
On 19.Eki.2008, at 17:33, Elmas wrote:
Merhaba Müjde Hanım,
İzniniz olursa ben bu yazışmalarımızı bloğumda yayınlamak istiyorum.
Şimdiden teşekkür ederim.
Sevgiler,
Elmas
Merhaba Mujde Hanim,
Size yazma amacim Trendsetter dergisi 77 nolu / Eylul 2008 sayisinda (blogumdan aldiginiz) "Bir adres" baslikli yazimi izinim olmaksizin yayinlamis olmaniz.
http://creativecommons.org/licenses/by-nd-nc/1.0/fi/deed.en
linkinde gorulecegi uzere, para kazama amacli olarak yazilarimin kopyalanmasi yasaktir. Blogumda da yan tarafta gorebileceginiz CC isaretli link bu konuda aciklayicidir.
Derginizde yayinladiginiz yazim icin tarafinizdan benimle (yazili-sozlu-diger) hicbir iletisim kurulmadi. Sonuc olarak ben yazilarimi halka acik olarak yayinliyorum ancak taktir edersiniz ki Trendsetter dergisi bedava dagitilmiyor.
Yaklasiminiz cok buyuk oranda entellektuel emegin somurulmesi manasina geliyor.
Amacinizi anliyorum ancak yazim icin telif ucreti, ozur veya ne dusundugunuzu sormayi hakkim olarak goruyorum.
Ilginize tesekkurler,
Elmas Deniz
06.Ekim.2008'de Müjde hanım cevap olarak, iyi niyet geregi benden izin almasi gerektiğini ve bu konuda hakli olduğumu yazdı ve ihmali için özür diledi. Ancak benim emek somurusu iddiama karsi cikarak şöyle dedi:
"eger blogunuzun adresini, sizin kimliginizi acik acik yazip "bu bir alintidir" seklinde vermeseydim, emek somurusundan soz edilebilirdi. Alinti, kaynak acikca belirtildigi muddetce, basinda yaygin olarak uygulanan bir sistemdir ki, sizin durumunuzda ben kaynagi dogrudan basliga cekerek okurlari sizin blogunuza yonlendirdim. Bu noktada, is etigi yonunden bir zaafim oldugunu dusunmuyorum.
Ayrica Trendsetter 15 bin tiraji olan bir dergi, oldukca nis bir okur kitlesi var ve 1 sayfasinda yer almanin ise genellikle bir bedeli var. Ise hangi acidan baktiginiza bagli, bunu blogunuz icin bedava bir tanitim olarak gorebilirsiniz, ya da emek somurusu deyip telif talep edebilirsiniz. Eger telif talep ederseniz, bilin ki yasal olarak size boyle bir odeme yapma yukumlulugum yok ancak yazar olarak desteklenmeniz gerektigini dusundugumden dergimizin standart telif ucretini banka hesabiniza (Turkiyede) gonderebilirim."
From: Elmas Deniz [mailto:elmas.deniz@gmail.com]
Sent: Thursday, October 09, 2008 7:22 PM
To: MÜJDE
Cc: dino
Subject: Re: yayinlanan yazim hakkinda
Merhaba Mujde Hanim,
Ben de gec yanitliyorum sorun degil. Zaten gec yazdim Dino blogunda konuyla ilgili yazdi ben de sizden bir mail gelir diyerek bir ay kadar bekledim. Dino'dan izin aldiginizi biliyorum, hatta benim yazimin yayinlandigini da sayesinde sanseseri ogrendim. Yurtdisinda oldugu icin yazisinin cikacagi dergiyi benden almami rica etti. Ben de sasirdim tabii ki, hic karsilasmayabilirdim de. Ozrunuz tamamdir, anliyorum calisirken birtakim aksamalar olabiliyor.
Mesele dusundugunuz gibi degil, sizin "is etigi zaafi olarak gormediginiz" yaklasim, esasen ciddi bir baska etik problemi doguruyor. Bu tarz yaklasimin degismesini bir prensip olarak gordugum ve onemsedigim icin size yaziyorum. Tehlif istemem de bundan dolayidir.
"sizin kimliginizi acik acik yazip "bu bir alintidir seklinde vermeseydim" demissiniz. Bu hirsizlik olurdu, bu entellektuel emegin somurulmesi degil gasp edilmesi olurdu. Yazi bir "alinti" degil yazinin tamami. Yani benim entellektuel emegin somurusunden daha kastim su, bir dergi cikiyor ve derginin icinde bir bolum guzel bir bicimde bloglardan alinan metinlere ayrilmis. Birisi, bu bloglari okuyup uzerine bir yazi yazmis olsaydi ve alinti yapmis olsaydi bu sizin (entellektuel) emeginiz olurdu. Ama burda yazinin tamami sanki ben anlasmisim gibi orda. Reklam isteyip istemedigine de baskasinin yerine karar vermis oluyorsunuz. Kaldi ki ben blogda bir zaman sonra istedigim yazimi silebilirim kaldirabilirim ama dergide kalicilasiyor, anlatabiliyormuyum... Meselemiz bu degil gercekten, sesimin tonu sinirli cikiyor olabilir lutfen bunu uzerinize almayin bu cok daha genel ve dolayli bir problemin parcasi ve yalnizca yazar olarak degil -hatta daha fazla- sanatci olarak da cokca karsilastigim, iyi tanidigim bir problem.
Is ariyorum ve sanatci/yazar olarak duzenli bir maas almayan birisiyim, dogal olarak emegimin karsiligi ve cabalarim hep guvensiz bir zeminde yuruyor. Kultur-sanat alanindaki yaratici insanlarin genel sorunu da bu olmus oluyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Su an paraya ihtiyacim oldugu ve yazar olarak desteklenmem icin mi? Yoksa gercekten yazimin yayinlanmasinin karsiliginda dogal olarak yazara odenmesi gerekli ucret mi? emin olamayabilirsiniz...
Iste problem tam da budur.
Hatta biraz daha uzatayim, bircok is de bedava emek harcanir ancak bu gonullu girisilen isler; destek olunmasi gereken yayinlar ve alternatif ufak olcekli vb.yayincilik girisimlerdir. 15 bin trajli bir dergiye yazar olarak destek vermemi anlamsiz buluyorum.
Zamaninizi aldigim icin uzgunum. Ancak dusuncelerimi aciklayabildigimi umuyorum.
Iyi calismalar,
E.
_____
Elmas Deniz
TC Is Bankasi
Vadesiz TL Hesabi
Hesap No: 3400 2373000
Sube: Izmir Merkez
Sube kodu: 3400
----
13.Ekim.2008 de Müjde hanımdan aldığım son mailde, Müjde hanım
"Internetteki yazi ve bilgi coplugu icinden okunmaya deger yazilari bulup cikartmak ve okurlara sunmak da bir emektir. Sunulan yazi sadece 1 ornektir. Arkasinda 170 sayfalik 1 de dergi var. Ama bu tartismayi uzatmak istemiyorum cunku siz bir tartisma yapmiyor kendi fikrinizi dayatiyorsunuz. Dergiye yazar olarak destek vermediniz, dergi olarak biz size destek verdik, bunu goremiyor olmaniza sasiriyorum" dedi ve bana karsi ne yasal ne de ahlaki bir sorumlulugu bulunmadığını belirten ve dolayisiyla telif yazmaya da gerek gormuyorum diye sona eren bir cevap verdi.
On 19.Eki.2008, at 17:33, Elmas wrote:
Merhaba Müjde Hanım,
İzniniz olursa ben bu yazışmalarımızı bloğumda yayınlamak istiyorum.
Şimdiden teşekkür ederim.
Sevgiler,
Elmas
Sistem dışının olanaksız olduğu tabusu, yorumlara cevaben.
Yorumlarınızdan da anlıyorum ki kişilerin sistemi tahayyül ediş biçimleri farklı farklı, bunun yanında sistem(ler)den bahsetmek de mümkün... Ortaya çıkardığı toplu ve kompleks, dile ilişkin veya kişilerin şimdiye kadar biriktirdikleri ile oluşan sistem veya iç ve dış tanımlarının farlılaştığını görüyorum. Ben neyi nasıl adlandırdığımızdan öte "aklın yolu birdir" diyorum. "Gerçek", görmek isteyen için herzaman apaçık ortadadır. Ona konulan isim ne olursa olsun.
Tabii ki benim sistem tahayyülüm güncel sanat ve özellikle "sanatçı" ile üretimini izleyen süreçler üzerinden deneyimlediğim bir bakış. Kurumlar, galeriler, küratörler, sanat organizasyonu ve yönetimi yapan kişiler, eleştirmenler, kolleksiyonerler ve izleyicilerden oluşan genişçe bir çevrenin sergilerin, fuarların ve bienallerin etrafında onaylar ve ezberler zincirini içine alan bir sistem. Zaman zaman uluslararası zaman zaman da yerel olanı kastediyorum. "Sanat eseri" yani üretim içeriğinden ziyade "sanatçı kişilik" burada anahtar.
Soruyu gündeme getirirken kafamdaki şeyler şunlardı:
Referansları hangi durumlarda ve ne şekilde kullandığımız ve neyi makul kılmak için kullandığımız. TABU mudur diye sormam da esasında buna dayanıyor. Akan suları durduran bir açıklamanın referansı olarak kullanıldığında bu bir tabudur. Daha doğrusu, otomatik ve tehlikelidir.
Değilse peki bu argüman neden üretildi o zaman?
Sistemi sorgulamak ve sistemdeki kirlenmenin nedenlerini bu bir tabu oldu dediğim noktada düğümlenmesi nedeniyle umursuyorum. Yani sistemin dışından mücadele edilemeyeceği inancı, en çok da sistemin bu güne kadar sınırlarında gezinen ve buradan konuşan insanların pragmatizmlerini, oportunizmlerini, revizyonizmlerini, yalanlarını, açıklarını "Justify" etmeye yariyor. Buna az yaratıcılık da denilebilir. Işte bu nedenle bir cümle ve bir kalıp olarak ama sistemin dışına çıkarsan yok olursunlarla, tehditin. Bu mecburiyetleri aklama aracı olarak kullanmanın kapatıcılığı. Bu mecburiyetler peki ne işe yarar? Sistemin dışından eleştirmek mumkun değildir argümanı neyi savunmaktadır? İşte bu nokta düşünüldüğünde bu argüman eş para etmezdir evet. İkna olmayacağım, reddediyorum ve hatta kafa tutuyorum.
"Auschwitz de yapılan deneyler sayesinde tıp çok ilerledi, bilim tarihi Auschwitz'e borçludur."
argümanını ele alalım. Bu düpedüz faşizmi makulleştiriyor. Kabul edilemez, reddedilecek bir argüman biçimi daha. Sonuç olarak sistem hakkında konuşmaya başladığımızda bir sürü iç ve dış tanımı çıktı ve yorumlarınıza çok teşekkür ederim. Ben de farkındayım sistemin zorlamalarının ama makulleştirmek için argümanların bu tarz kullanmasına katlanamıyorum.
Benim gözlemime göre günden güne sanatçıların standartlaşma, marka stratejileri gibi süper kapitalist sistemde gerekenleri yerine getirmeleri "yaratıcılıklarını" azalıyor. Bağımlı ve güvenli, yapıyor, ilgilendikleri konular "bağımsız ve güvensiz bir zemin" yanılsaması yapsa da görünen bu. (Sanatçının profesyonelleşmesi bu yüzden kötü, Pasif olması da ona keza, rezalet.)
---
Güncel sanat yapılan işin ufuklarını ve sınırlılıklarını ileriye taşıyabileceğimiz kuralsız ve geliştirilebilir bir zemindir, ben öyle tasavvur ediyorum. Neden belgesel yapmıyoruz da sanat yapıyoruz? Veya yazar olurdum ama birşeye "sanat" diyorsam içinde dolaştığım zihinsel alan genişler.
Pek tabi ki benim bu tartışmayı açma nedenim ve varacağım sonuç neydi?
Marcel Memed haklidir sistem bir iç ve dış tahayyülüyle vardır. Sanat bu alan içinde ilginç ve ilginç olmayan örneklerini üretir.
Sistemin tıkandığı nokta şu an sınır ihlallerinin "sınırlanması"dır diyerek, olayı özlenen "meta sınır ihlaline" taşıma isteği diyelim.
Hep varolan ve krize yol açtığını düşündüğüm. Neredeyse otomatikleşmiş olan. Ama sistemin dışına çıkarsan oradan etkili olamazsın yaklaşımının bir nevi "aklama" tekniğine dönüşmüş olması gerçeği.
Buna ek olarak da bazı şeyler söylenemiyor neden?
Sevgili bay perşembe, önemli bir noktaya değindi ya da yorumuyla değinmemi sağladı... "Güçsüz" olan kafa tutarsa buna hemen yakıştırmalar geliyor. Külliyen yanlış ve az düşünülmüş oluyorlar genelde. Hiyerarşik bir "dinleme" ve insan tasnif etme işlemini huy edinmiş bir kimse olayları değerlendirirken çoktan aşılması gereken (bence ortasınıf) engellere kafasını çarpar. Yani gözleri ve kulakları sadece iktidar saydığını görmeye ve kabul etmeye aklışlın kimse, yargılarını hazır kalıplar üzerine oturtunca bu paradigma sorun yaratır. Aslında reddeden birisi dışlanmış değildir. (Mesela yaygın olarak kabul görenin eleştirilmemesi de konuyla alakalıdır)
("içeri alınma parlama olabileceğigibi,dışında kalma tercihi de dışlanma ile sonuçlanabilir" demişsin. Dışta kalma isteği "dışlanma" yaratıyorsa zaten o sistem eğer bir sanat bağlantılı sistemse aşırı kirlenmiştir demeden de edemeyeceğim.)
Benim sistem dışı tarifime gelince; Geçerlilik/ Görünürlük / Desteklenme vasıflarını taşımayan olabilir. İşte burada ben feminist stratejileri anlamlı bulmaktayım. Blogların önemi yeniden. Sistemin parlak vaadlerine direnip kendi alanını açmak önemli. Tekrar meseleme dönersem ama counter-stratejileri kendine mal etmiş bir iktidar en tehlikelisi ve bu iktidarı paylaşanların en önemli argümanı da "sistem dışının olanaklı olmadığı". Bu bir sanatçı ise bir sorun var.
----
Sezgin ile konuşuyorduk. Liverpool da bir sergiye katılmayı reddettiğinden bahsediyordu. Bir müzede punkların eşyalarından oluşan bir enstelasyon istemişler. Yaşantılarını sunacak bir düzenleme... Adamların çok parası vardı dedi. Ben de sanat kurumlarını kastederek şöyle bir şey söyledim:
" Neden hep yanlış insanların parası oluyor?"
Stefan atladi: " That is what makes them wrong people." ( Onları yanlış kılan da bu)
Sistemin sınırları(dışı) vaadetmez. Alksine vermeyi, kararlılığı, açıklığı ve direnmeyi gerektirir.
Bizler sadece görünür olanı değerlendirmeye alabiliriz. Meseleyi ara ara yazacağım ama güncel sanat dediğimiz şey ve üzerine konuştuğumuz şey. Üretim üzerinden bakıldığında ancak sanatçıların katıldıkları sergileri görebiliyoruz ama sergi vb. reddetmelerin çetelesi yok. Üstelik bu reddetmeler hangi sergiye gidildiğinden daha anlamlı geliyor bana.Ben neyi istediğimi sınırlandıramam, bu sonsuz olasılıklar dünyasıdır ama ben neyi istemediğimi iyi bilirim.
Tüm bunların üzerine bir parça da Unabomber okuyalım diyorum.
----
Mesela benim Garanti Platformda bir studyom oldu bir süre. Kurumsallık eleştirisi olsaydı mesele, güncel sanat için orasının bir tekel oluşturduğu düşünülebilir di ama eleştirel düşüncenin etkili kullanıldığı bir kurum olarak bağımsız veya alternatif olduğu düşünülen mekanlarla karşılaştırıldığında daha çok risk alıyorsa, ben bu yaklaşıma önem veririm. Mesele kurum veya değil, sistemin içinde veya değil, güçlünün gücünü nasıl kullandığı. Aynı şekilde bakarsak güçsüzün güçlü olmak olabilmek için nasıl sisyeme uygunadım yürüdüğü, her türlü "kabul etme" mekanizmasını nasıl makulleştirdiği bağımsılzlığını tehdit eden bu süreçleri nasıl görmezdengeldiğini izleyebiliyoruz. Bunlar zaman zaman da -acıdır ki- görünmez süreçler.
Ozan K sana tamamen katılıyorum, biraradalık önermene ek olarak belkide sübjektif olana da alan veriyorum ben.
"Yumuşak bölgelerde, güvenli aralarda, kısa mesafelerde..." çok doğru. Buna sırtımı da dönebilirim ve dönebiliriz, görmezden geliriz. Geceriz...Ama öyle değil işte al sana de facto, ben de bu yüzden konuşuyorum. Ya da bu güvenli alanlarda güvensiz alanmış gibi yapılması -ki bazen bu kitlesel kabul de görüyor-. Yani insanın kral çıplak diye haykırmak istediği anlar bunlar.
Sistemin dışına doğru yürütülen her tür direniş tabiyatiyla merkeze çekiliyor ve bu da yeni dışarıların keşfini tetikliyor. Bu yüzden benim veya pek çoğumuzun ilgisini de bu sınırlardaki işler-kişiler çekiyor. İstanbul sanat ortamı mekanların artmasıyla çeşitlenecekmiş izlenimi verse de sanatçının seçtiği yol bu çeşitlenmenin ötesinde sistemin içine marulun göbeğine oturmuş sanatçı. İstanbul güncel sanatını ilginç kılan sistemin kıyılarında sırırlarda gezinebilme becerisi giderek ana akım bir güvenli bölge ve burada sistem dışını temsil etme sendromuna doğru gidiyor. Açık açık türkiyede güncel sanat köklerini çok başka bir yerden biçimlendiriyordu, şimdilerde bana bu sanatçı persona siliniyormuş gibi geliyor. Umarım yanılıyorumdur.
Korkarım dünya da da bu böyle.
Eleştirel düşünce kabul göreni tekrar düşünmeyi ve ezberlediklerimi dağıtmamı gerektiriyor. İşte bunu yaparken de gözlemlediğim birşey di bu sistem dışı tabusu, en az 5 konuşmada, en az 3 kitapta karşıma çıkan...
Yorumlara tekrar teşekkürler. Uzattım biraz hatta ordan oraya dağıldım daha da yazardım ama burda durayım. Yorum olarak basamadım çok uzun oldu bu yüzden yeni başlıkla yayınlıyorum.
Ozan K, Marcel Memed, Tufan Baltalar ve Bay Perşembe'nin yorumları için " Bu bir tabu mudur?" yorumlar bölümü.
Tabii ki benim sistem tahayyülüm güncel sanat ve özellikle "sanatçı" ile üretimini izleyen süreçler üzerinden deneyimlediğim bir bakış. Kurumlar, galeriler, küratörler, sanat organizasyonu ve yönetimi yapan kişiler, eleştirmenler, kolleksiyonerler ve izleyicilerden oluşan genişçe bir çevrenin sergilerin, fuarların ve bienallerin etrafında onaylar ve ezberler zincirini içine alan bir sistem. Zaman zaman uluslararası zaman zaman da yerel olanı kastediyorum. "Sanat eseri" yani üretim içeriğinden ziyade "sanatçı kişilik" burada anahtar.
Soruyu gündeme getirirken kafamdaki şeyler şunlardı:
Referansları hangi durumlarda ve ne şekilde kullandığımız ve neyi makul kılmak için kullandığımız. TABU mudur diye sormam da esasında buna dayanıyor. Akan suları durduran bir açıklamanın referansı olarak kullanıldığında bu bir tabudur. Daha doğrusu, otomatik ve tehlikelidir.
Değilse peki bu argüman neden üretildi o zaman?
Sistemi sorgulamak ve sistemdeki kirlenmenin nedenlerini bu bir tabu oldu dediğim noktada düğümlenmesi nedeniyle umursuyorum. Yani sistemin dışından mücadele edilemeyeceği inancı, en çok da sistemin bu güne kadar sınırlarında gezinen ve buradan konuşan insanların pragmatizmlerini, oportunizmlerini, revizyonizmlerini, yalanlarını, açıklarını "Justify" etmeye yariyor. Buna az yaratıcılık da denilebilir. Işte bu nedenle bir cümle ve bir kalıp olarak ama sistemin dışına çıkarsan yok olursunlarla, tehditin. Bu mecburiyetleri aklama aracı olarak kullanmanın kapatıcılığı. Bu mecburiyetler peki ne işe yarar? Sistemin dışından eleştirmek mumkun değildir argümanı neyi savunmaktadır? İşte bu nokta düşünüldüğünde bu argüman eş para etmezdir evet. İkna olmayacağım, reddediyorum ve hatta kafa tutuyorum.
"Auschwitz de yapılan deneyler sayesinde tıp çok ilerledi, bilim tarihi Auschwitz'e borçludur."
argümanını ele alalım. Bu düpedüz faşizmi makulleştiriyor. Kabul edilemez, reddedilecek bir argüman biçimi daha. Sonuç olarak sistem hakkında konuşmaya başladığımızda bir sürü iç ve dış tanımı çıktı ve yorumlarınıza çok teşekkür ederim. Ben de farkındayım sistemin zorlamalarının ama makulleştirmek için argümanların bu tarz kullanmasına katlanamıyorum.
Benim gözlemime göre günden güne sanatçıların standartlaşma, marka stratejileri gibi süper kapitalist sistemde gerekenleri yerine getirmeleri "yaratıcılıklarını" azalıyor. Bağımlı ve güvenli, yapıyor, ilgilendikleri konular "bağımsız ve güvensiz bir zemin" yanılsaması yapsa da görünen bu. (Sanatçının profesyonelleşmesi bu yüzden kötü, Pasif olması da ona keza, rezalet.)
---
Güncel sanat yapılan işin ufuklarını ve sınırlılıklarını ileriye taşıyabileceğimiz kuralsız ve geliştirilebilir bir zemindir, ben öyle tasavvur ediyorum. Neden belgesel yapmıyoruz da sanat yapıyoruz? Veya yazar olurdum ama birşeye "sanat" diyorsam içinde dolaştığım zihinsel alan genişler.
Pek tabi ki benim bu tartışmayı açma nedenim ve varacağım sonuç neydi?
Marcel Memed haklidir sistem bir iç ve dış tahayyülüyle vardır. Sanat bu alan içinde ilginç ve ilginç olmayan örneklerini üretir.
Sistemin tıkandığı nokta şu an sınır ihlallerinin "sınırlanması"dır diyerek, olayı özlenen "meta sınır ihlaline" taşıma isteği diyelim.
Hep varolan ve krize yol açtığını düşündüğüm. Neredeyse otomatikleşmiş olan. Ama sistemin dışına çıkarsan oradan etkili olamazsın yaklaşımının bir nevi "aklama" tekniğine dönüşmüş olması gerçeği.
Buna ek olarak da bazı şeyler söylenemiyor neden?
Sevgili bay perşembe, önemli bir noktaya değindi ya da yorumuyla değinmemi sağladı... "Güçsüz" olan kafa tutarsa buna hemen yakıştırmalar geliyor. Külliyen yanlış ve az düşünülmüş oluyorlar genelde. Hiyerarşik bir "dinleme" ve insan tasnif etme işlemini huy edinmiş bir kimse olayları değerlendirirken çoktan aşılması gereken (bence ortasınıf) engellere kafasını çarpar. Yani gözleri ve kulakları sadece iktidar saydığını görmeye ve kabul etmeye aklışlın kimse, yargılarını hazır kalıplar üzerine oturtunca bu paradigma sorun yaratır. Aslında reddeden birisi dışlanmış değildir. (Mesela yaygın olarak kabul görenin eleştirilmemesi de konuyla alakalıdır)
("içeri alınma parlama olabileceğigibi,dışında kalma tercihi de dışlanma ile sonuçlanabilir" demişsin. Dışta kalma isteği "dışlanma" yaratıyorsa zaten o sistem eğer bir sanat bağlantılı sistemse aşırı kirlenmiştir demeden de edemeyeceğim.)
Benim sistem dışı tarifime gelince; Geçerlilik/ Görünürlük / Desteklenme vasıflarını taşımayan olabilir. İşte burada ben feminist stratejileri anlamlı bulmaktayım. Blogların önemi yeniden. Sistemin parlak vaadlerine direnip kendi alanını açmak önemli. Tekrar meseleme dönersem ama counter-stratejileri kendine mal etmiş bir iktidar en tehlikelisi ve bu iktidarı paylaşanların en önemli argümanı da "sistem dışının olanaklı olmadığı". Bu bir sanatçı ise bir sorun var.
----
Sezgin ile konuşuyorduk. Liverpool da bir sergiye katılmayı reddettiğinden bahsediyordu. Bir müzede punkların eşyalarından oluşan bir enstelasyon istemişler. Yaşantılarını sunacak bir düzenleme... Adamların çok parası vardı dedi. Ben de sanat kurumlarını kastederek şöyle bir şey söyledim:
" Neden hep yanlış insanların parası oluyor?"
Stefan atladi: " That is what makes them wrong people." ( Onları yanlış kılan da bu)
Sistemin sınırları(dışı) vaadetmez. Alksine vermeyi, kararlılığı, açıklığı ve direnmeyi gerektirir.
Bizler sadece görünür olanı değerlendirmeye alabiliriz. Meseleyi ara ara yazacağım ama güncel sanat dediğimiz şey ve üzerine konuştuğumuz şey. Üretim üzerinden bakıldığında ancak sanatçıların katıldıkları sergileri görebiliyoruz ama sergi vb. reddetmelerin çetelesi yok. Üstelik bu reddetmeler hangi sergiye gidildiğinden daha anlamlı geliyor bana.Ben neyi istediğimi sınırlandıramam, bu sonsuz olasılıklar dünyasıdır ama ben neyi istemediğimi iyi bilirim.
Tüm bunların üzerine bir parça da Unabomber okuyalım diyorum.
----
Mesela benim Garanti Platformda bir studyom oldu bir süre. Kurumsallık eleştirisi olsaydı mesele, güncel sanat için orasının bir tekel oluşturduğu düşünülebilir di ama eleştirel düşüncenin etkili kullanıldığı bir kurum olarak bağımsız veya alternatif olduğu düşünülen mekanlarla karşılaştırıldığında daha çok risk alıyorsa, ben bu yaklaşıma önem veririm. Mesele kurum veya değil, sistemin içinde veya değil, güçlünün gücünü nasıl kullandığı. Aynı şekilde bakarsak güçsüzün güçlü olmak olabilmek için nasıl sisyeme uygunadım yürüdüğü, her türlü "kabul etme" mekanizmasını nasıl makulleştirdiği bağımsılzlığını tehdit eden bu süreçleri nasıl görmezdengeldiğini izleyebiliyoruz. Bunlar zaman zaman da -acıdır ki- görünmez süreçler.
Ozan K sana tamamen katılıyorum, biraradalık önermene ek olarak belkide sübjektif olana da alan veriyorum ben.
"Yumuşak bölgelerde, güvenli aralarda, kısa mesafelerde..." çok doğru. Buna sırtımı da dönebilirim ve dönebiliriz, görmezden geliriz. Geceriz...Ama öyle değil işte al sana de facto, ben de bu yüzden konuşuyorum. Ya da bu güvenli alanlarda güvensiz alanmış gibi yapılması -ki bazen bu kitlesel kabul de görüyor-. Yani insanın kral çıplak diye haykırmak istediği anlar bunlar.
Sistemin dışına doğru yürütülen her tür direniş tabiyatiyla merkeze çekiliyor ve bu da yeni dışarıların keşfini tetikliyor. Bu yüzden benim veya pek çoğumuzun ilgisini de bu sınırlardaki işler-kişiler çekiyor. İstanbul sanat ortamı mekanların artmasıyla çeşitlenecekmiş izlenimi verse de sanatçının seçtiği yol bu çeşitlenmenin ötesinde sistemin içine marulun göbeğine oturmuş sanatçı. İstanbul güncel sanatını ilginç kılan sistemin kıyılarında sırırlarda gezinebilme becerisi giderek ana akım bir güvenli bölge ve burada sistem dışını temsil etme sendromuna doğru gidiyor. Açık açık türkiyede güncel sanat köklerini çok başka bir yerden biçimlendiriyordu, şimdilerde bana bu sanatçı persona siliniyormuş gibi geliyor. Umarım yanılıyorumdur.
Korkarım dünya da da bu böyle.
Eleştirel düşünce kabul göreni tekrar düşünmeyi ve ezberlediklerimi dağıtmamı gerektiriyor. İşte bunu yaparken de gözlemlediğim birşey di bu sistem dışı tabusu, en az 5 konuşmada, en az 3 kitapta karşıma çıkan...
Yorumlara tekrar teşekkürler. Uzattım biraz hatta ordan oraya dağıldım daha da yazardım ama burda durayım. Yorum olarak basamadım çok uzun oldu bu yüzden yeni başlıkla yayınlıyorum.
Ozan K, Marcel Memed, Tufan Baltalar ve Bay Perşembe'nin yorumları için " Bu bir tabu mudur?" yorumlar bölümü.
Bu bir tabu mudur?
Sistemin dışına çıkarsan sistemi eleştiremeyeceğini söylemek. Yeterince rahatsız edici adi bir "kültür" yaratmadı mı? Şöyle ki etrafıma bakınınca olanca özgürlükler içinde karşıma çıkan tabunun, kalan tabular içinde, en büyük ve kabul gören tabunun bu olduğunu görüyorum. Yani- hepimizin sistem ile sorunları bulunduğunu- düşününce bana sistem dışına çıkmak daha "mantıklı" görünüyor.
Sistem dışına çıkıp buradan direnmenin olanaklı olmadığı fikri nasıl bir fikirdir?
Tartışmaya açıyorum...
İkna edilmeye ihtiyacım var.
Küçük not: Böyle cok genel oldu farkındayım, nerelerden geldiğimi yazacağım...
Sistem dışına çıkıp buradan direnmenin olanaklı olmadığı fikri nasıl bir fikirdir?
Tartışmaya açıyorum...
İkna edilmeye ihtiyacım var.
Küçük not: Böyle cok genel oldu farkındayım, nerelerden geldiğimi yazacağım...
Comittee to protect bloggers

Link'i solda bulabilirsiniz.
Tabi türkiyedeki internet sansüründen öte, Myanmar ve Burmadaki tutuklanan bloggerlar sözkonusu...
Başka Bir Çözüm Mümkün / İmza Kampanyası
Sulukule için. Başka Bir Çözüm Mümkün / İmza Kampanyası.
http://www.baskabircozummumkun.blogspot.com/
http://www.baskabircozummumkun.blogspot.com/
Kırık spagetti, sanat,mevsim
Kırıyoruz.
Erişte gibi olsun diye.
Hem özelliğini bozuyoruz kendisi olamaz artık
hem de istediğimize dönüşmüyor
asıl hiç böyle yapır.
Bu nacisane şiirimin aşağıdaki yazıyla alakasını kurmayalım lütfen, yok çünkü.
----
Five international video artists show works focusing on the body/ wide spread myths of today's culture / endless flows of images that remould today's international geopolitical issue/not-for-profit organisation promoting contemporary art / within current cultural production and exploring their role within mainstream media and activism / aimed at contributing to activate the public space
e-flux'dan gelen duyurulardan gelişigüzel seçtiğim cümleler.http://www.e-flux.com/ Meselem e-flux değil, ordan derlemek kolay diye yararlandım. Ama meselem flux...hem de özetimsi kısaltılmış ve aynılaşmış yapısı.
...
Sanat için Dev gibi külliyatlar, kitaplar, araştırmalar, yorumlar, güncel dünya meseleleri, birçok insanın günlerce emeği, depresyonları bir-iki kelimeyle bir bültende özetleniyor ne güzel. Ama her farklı şey için aynı kelime dağarcığı savrulunca da hakkınca ifade etme iletişime geçme sorunları doğuyor. Ya da ben artık ayırd edemiyorum.
Güncel sanatın halleri. Bir 'öncelik-sonralık' ilişkisi kaymış, bir fazla akıllıklık sarmış ki, rahat olmak mümkün değil. Yani sanki herşey böyle; henüz olmadan önce biliniyormuş gibi...
Öncelik sonralık şöyle ki, biz önce bir eylem gösteririz, bir konu konsept etrafında derdimizi görünür kılacak işimize yarayan anlamlı bir dizi eylemdir bunlar. Sergi yapmak, konser yapmak gibi... Mesela bir "yazarlık toplantısı" yapıyoruz bir kahvede, mesela davet ettiğimiz mahalleliyle bu işin yapılmasından önceki planlar işin maksimum düzgünlükte yapılmasını sağlar, bu açıdan önemlidir bu çalışma. Ama önce hesap edilen bunun güncel sanat bağlamında nasıl bir zemine oturacağı olunca işte orada deneyimlemeden adlandırma sorunları çıkıyor. Hatta kendi elinle projenin olası açılımlarını da baltalıyorsun zaten, bunun duyurusunu da kalıba döküyorsun... Veya işte bir sanat mekanın daha ilk tecrübesinde kendisini alternatif addedmesi gibi. Ama bu sonraki süreclerde değerlendirilmesi gerekirken önceden daha başlangıçta vurgulanıyor. Zira tüketecek kitlenin beklentisi de, algısı da biliniyor. Sonra yapılması gereken değerlendirme önce yapılıyor, sonraya da pek bisey kalmiyor haliyle. Sanat eleştirisinin kendine bir yol bulması lazım geliyordu o biraz eksik kaldı. Galiba ondan böyle sonuçlar oluştu.
İstanbul'da veya herhangi bir yerde bir sanat oluşumu sözkonusu olduğunda, bir dizi gizli bir uyulacak kurallar ve yapılması gerekenler listesi var. Zaruri olanlar bir tarafa bir kısmı da ezbere bunların. İşte ezber olanlar da hikayelerin yaşamasına, birşeylerin farklılaşmasına izin vermiyor, nefes aldırmıyor.
Galiba en iyisi güncel sanat bağlamından koşarak uzaklaşmak.
Sanat "profesyonel" üretilince tadı hepten kaçıyor. Herhangi bir meslek alanında profesyonellik, o alanın ürettiği bilgi dağarcığına hakimiyeti ve önemli sayılan değerlerin tahahüdünü kabul etmek oluyor. Bu uygun değil işte. Dolayısıyla sanatın sunum biçimleri de bu profesyonelleşmeden dolayı çeşitliliğini yitiriyor. Belki de sanatın kullandığı eşyalar; segileme şekilleri, iyi tasarımlar, açıklayıcı metinler, fazla kullanılmaktan anlamını iyiden iyiye kaybeden tek tek kavramlar veya basın bültenlerinin, herşeyin derece derece homojenleşmesindedir sorun bilemiyorum. Sanatın tüketilme şekli de sıkıcılaştı belki. Hani böyle sektörün genel görsel dili/tavrı da mı sıkıcılaştı?
Kim dedi şimdi hatırlamıyorum,tamam Eray (Makal) dedi, bunların üzerine "vasatlık" sorunu var çağın.
İşte herneyse, sanat alanındaki bu son derece bilinçlilik-profesyonellik hali beni bu bilinçle yapılmayan kendiliğinden gelişen faaliyet alanları ve gruplara ulaşma hissimi tetikliyor. Naiflik aramıyorum tabii ki, ama kendiliğindenlik belki... Kendimi de diğer güncel sanat insanlarını da değişken bağlamlarda "tutuk" buluyorum. Zira tehlikeli alandayız, kendini "en açık görüşlüler" safhında görmek, sanki görüşleri daraltırmış gibi seziyorum. Hani körleşiyormuyuz acaba, hani toplu olarak birbirimizin dilini onaylayıp yuvarlayıp başka yörünge dışı olasılıkları bu yollla kapatıyormuyuz. Acaba?
Birbirimizi iyi anlıyor olamak iyi ve ancak bilerek ortak bir dili paylaşmakla mümkün, ama bu ortak dile ait olmayanıüretmek ya da anlamaya çalışmak- bu yuvarlamalarla çerçeveleniveriyor.
Tahlil, tehşis, yorum nereye kadar tabi ama tüm bunları yazmak, harekete doğru itiyor insanı. Memnunum.
...
Mevsim dönüşümlerini hep çok sevdim. İlk swetshirt giyme anı, şort üzerine uzunkollu ceket akşamüzeri birden başka mevsimden hatta iklimden gelmiş bir serinlik. Nedense yaz sonu hüzünlü olduğu söylenir, ben hep "tam zamanında" yazın bittiğini düşündüm. Bilmiyorum, belkide mevsimler benim herseyi boyle toptan -ancak tartılır bir tarafı varsa- anlayabilen kafama uygun. Güneş doğup batıyor ya günleri anlıyorum, hava sıcaklığı değişiyor mevsimleri de anlıyorum. Haftalara ve aylara bu nedenle kayıtsızım. Hafif serinlik var. Yapraklar sallanıyor dışarıda, hafif bir rüzgar. Neyseki hala mevsimler var.
Elimizde olmadan gelişen herşeyin varlığı beni sevindiriyor.
...
Gouk. guk guk gu guk. uk. ukk.uk!
Mutfak penceresinde bir cift, bir cift de balkonumda yasiyor, eder dört kuş. Bildigin sohbet/muhabet kaynatiyorlar tüm gün.. Arada duyduğum diğer sesleri tarif edeyim, akşamüzeri disardan aneeeeee! annneeee' diye bagiran zannedersem iki yıla sokakta oynamayi birakip, iç mekanda korkunc ergen kavgalarına baslayacak bir çocuk sesi, arka tarafta komsular cesitleniyor ama ses yok pek. Günde herkesin yuksek sesle bir-iki şarkı dinleme hakki var, herkes ve ben de bu gizli kurala uyuyorum, pek saygili pek hoş. Boylece birisi komsularimdan iki Air sarkisi patatiyor, kibariyeciler tasindi onlar bu ritueli hergun yaparlardi, bir tane genc var Beybiiie beybiiieee diye dans ediyor olmalı salon halısı üzerinde. Ben hep başka birşeyler dinliyorum. Etrafta -tek korkum olan- uzaktan gelen televizyon sesi yok buna çok memnunum. Çan sesi, aralarda ezan. Sesizlik oldu mu guzel oluyor. Taksimin duyulan kaynagi belirsiz gurultusu, uzaktan aslında duyulmayan ama hissedilen uguldaması yok.
Kuşlar var kuşlar!
Daha ne olsun.
-uk guk gu kgu.
-guuuk uk.
-peki
...

Kaşıkla yenebilsin diye spagettileri kırmak bulunduğumuz coğrafyada yaygın görülen bir adettir, margarinle makarna pişirmeyi de yine onlar buldular.
Erişte gibi olsun diye.
Hem özelliğini bozuyoruz kendisi olamaz artık
hem de istediğimize dönüşmüyor
asıl hiç böyle yapır.
Bu nacisane şiirimin aşağıdaki yazıyla alakasını kurmayalım lütfen, yok çünkü.
----

e-flux'dan gelen duyurulardan gelişigüzel seçtiğim cümleler.http://www.e-flux.com/ Meselem e-flux değil, ordan derlemek kolay diye yararlandım. Ama meselem flux...hem de özetimsi kısaltılmış ve aynılaşmış yapısı.
...
Sanat için Dev gibi külliyatlar, kitaplar, araştırmalar, yorumlar, güncel dünya meseleleri, birçok insanın günlerce emeği, depresyonları bir-iki kelimeyle bir bültende özetleniyor ne güzel. Ama her farklı şey için aynı kelime dağarcığı savrulunca da hakkınca ifade etme iletişime geçme sorunları doğuyor. Ya da ben artık ayırd edemiyorum.
Güncel sanatın halleri. Bir 'öncelik-sonralık' ilişkisi kaymış, bir fazla akıllıklık sarmış ki, rahat olmak mümkün değil. Yani sanki herşey böyle; henüz olmadan önce biliniyormuş gibi...
Öncelik sonralık şöyle ki, biz önce bir eylem gösteririz, bir konu konsept etrafında derdimizi görünür kılacak işimize yarayan anlamlı bir dizi eylemdir bunlar. Sergi yapmak, konser yapmak gibi... Mesela bir "yazarlık toplantısı" yapıyoruz bir kahvede, mesela davet ettiğimiz mahalleliyle bu işin yapılmasından önceki planlar işin maksimum düzgünlükte yapılmasını sağlar, bu açıdan önemlidir bu çalışma. Ama önce hesap edilen bunun güncel sanat bağlamında nasıl bir zemine oturacağı olunca işte orada deneyimlemeden adlandırma sorunları çıkıyor. Hatta kendi elinle projenin olası açılımlarını da baltalıyorsun zaten, bunun duyurusunu da kalıba döküyorsun... Veya işte bir sanat mekanın daha ilk tecrübesinde kendisini alternatif addedmesi gibi. Ama bu sonraki süreclerde değerlendirilmesi gerekirken önceden daha başlangıçta vurgulanıyor. Zira tüketecek kitlenin beklentisi de, algısı da biliniyor. Sonra yapılması gereken değerlendirme önce yapılıyor, sonraya da pek bisey kalmiyor haliyle. Sanat eleştirisinin kendine bir yol bulması lazım geliyordu o biraz eksik kaldı. Galiba ondan böyle sonuçlar oluştu.
İstanbul'da veya herhangi bir yerde bir sanat oluşumu sözkonusu olduğunda, bir dizi gizli bir uyulacak kurallar ve yapılması gerekenler listesi var. Zaruri olanlar bir tarafa bir kısmı da ezbere bunların. İşte ezber olanlar da hikayelerin yaşamasına, birşeylerin farklılaşmasına izin vermiyor, nefes aldırmıyor.
Galiba en iyisi güncel sanat bağlamından koşarak uzaklaşmak.
Sanat "profesyonel" üretilince tadı hepten kaçıyor. Herhangi bir meslek alanında profesyonellik, o alanın ürettiği bilgi dağarcığına hakimiyeti ve önemli sayılan değerlerin tahahüdünü kabul etmek oluyor. Bu uygun değil işte. Dolayısıyla sanatın sunum biçimleri de bu profesyonelleşmeden dolayı çeşitliliğini yitiriyor. Belki de sanatın kullandığı eşyalar; segileme şekilleri, iyi tasarımlar, açıklayıcı metinler, fazla kullanılmaktan anlamını iyiden iyiye kaybeden tek tek kavramlar veya basın bültenlerinin, herşeyin derece derece homojenleşmesindedir sorun bilemiyorum. Sanatın tüketilme şekli de sıkıcılaştı belki. Hani böyle sektörün genel görsel dili/tavrı da mı sıkıcılaştı?
Kim dedi şimdi hatırlamıyorum,tamam Eray (Makal) dedi, bunların üzerine "vasatlık" sorunu var çağın.
İşte herneyse, sanat alanındaki bu son derece bilinçlilik-profesyonellik hali beni bu bilinçle yapılmayan kendiliğinden gelişen faaliyet alanları ve gruplara ulaşma hissimi tetikliyor. Naiflik aramıyorum tabii ki, ama kendiliğindenlik belki... Kendimi de diğer güncel sanat insanlarını da değişken bağlamlarda "tutuk" buluyorum. Zira tehlikeli alandayız, kendini "en açık görüşlüler" safhında görmek, sanki görüşleri daraltırmış gibi seziyorum. Hani körleşiyormuyuz acaba, hani toplu olarak birbirimizin dilini onaylayıp yuvarlayıp başka yörünge dışı olasılıkları bu yollla kapatıyormuyuz. Acaba?
Birbirimizi iyi anlıyor olamak iyi ve ancak bilerek ortak bir dili paylaşmakla mümkün, ama bu ortak dile ait olmayanıüretmek ya da anlamaya çalışmak- bu yuvarlamalarla çerçeveleniveriyor.
Tahlil, tehşis, yorum nereye kadar tabi ama tüm bunları yazmak, harekete doğru itiyor insanı. Memnunum.
...
Mevsim dönüşümlerini hep çok sevdim. İlk swetshirt giyme anı, şort üzerine uzunkollu ceket akşamüzeri birden başka mevsimden hatta iklimden gelmiş bir serinlik. Nedense yaz sonu hüzünlü olduğu söylenir, ben hep "tam zamanında" yazın bittiğini düşündüm. Bilmiyorum, belkide mevsimler benim herseyi boyle toptan -ancak tartılır bir tarafı varsa- anlayabilen kafama uygun. Güneş doğup batıyor ya günleri anlıyorum, hava sıcaklığı değişiyor mevsimleri de anlıyorum. Haftalara ve aylara bu nedenle kayıtsızım. Hafif serinlik var. Yapraklar sallanıyor dışarıda, hafif bir rüzgar. Neyseki hala mevsimler var.
Elimizde olmadan gelişen herşeyin varlığı beni sevindiriyor.
...
Gouk. guk guk gu guk. uk. ukk.uk!
Mutfak penceresinde bir cift, bir cift de balkonumda yasiyor, eder dört kuş. Bildigin sohbet/muhabet kaynatiyorlar tüm gün.. Arada duyduğum diğer sesleri tarif edeyim, akşamüzeri disardan aneeeeee! annneeee' diye bagiran zannedersem iki yıla sokakta oynamayi birakip, iç mekanda korkunc ergen kavgalarına baslayacak bir çocuk sesi, arka tarafta komsular cesitleniyor ama ses yok pek. Günde herkesin yuksek sesle bir-iki şarkı dinleme hakki var, herkes ve ben de bu gizli kurala uyuyorum, pek saygili pek hoş. Boylece birisi komsularimdan iki Air sarkisi patatiyor, kibariyeciler tasindi onlar bu ritueli hergun yaparlardi, bir tane genc var Beybiiie beybiiieee diye dans ediyor olmalı salon halısı üzerinde. Ben hep başka birşeyler dinliyorum. Etrafta -tek korkum olan- uzaktan gelen televizyon sesi yok buna çok memnunum. Çan sesi, aralarda ezan. Sesizlik oldu mu guzel oluyor. Taksimin duyulan kaynagi belirsiz gurultusu, uzaktan aslında duyulmayan ama hissedilen uguldaması yok.
Kuşlar var kuşlar!
Daha ne olsun.
-uk guk gu kgu.
-guuuk uk.
-peki
...

Kaşıkla yenebilsin diye spagettileri kırmak bulunduğumuz coğrafyada yaygın görülen bir adettir, margarinle makarna pişirmeyi de yine onlar buldular.
The Good Life
Carlos Motta, The Good Life: http://la-buena-vida.info
An online video archive and research area about the public perception of
democracy and U.S. foreign policy in Latin America initiated by Carlos Motta
and commissioned by Art in General
Website and Publication Launch: Friday, September 26, 6:30-8:30pm
Panel Discussion: "Democracy and Burocracy" with Eva Díaz,
Carla Herrera-Prats, Tim Rollins and Nato Thompson. Friday October 24, 6:30pm
Art in General, 79 Walker St., New York
More info: http://www.artingeneral.org/projects/431
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Democracy in America: Convergence Center at The Park Avenue Armory
Organized by Creative Time, curated by Nato Thompson
September 21-27, 2008
Opening Reception: Sunday, September 21, 2-10 pm
643 Park Ave. between 66 &67 St.
For list of participating artists, events and details:
http://www.creativetime.org/programs/archive/2008/democracy/convergence.php
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
The Greenroom: Reconsidering the Documentary in Contemporary Art
Curated by Maria Lind. CCS Galleries and Hessel Museum of Art, Bard College
September 27, 2008 - February 1, 2009
Opening: Saturday, September 27, 12pm
For list of participating artists, events and details:
http://www.bard.edu/ccs/exhibitions/sites/exhibition.php?g=788086&type=1
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Smack Mellon Open Studios:
Artists: Chitra Ganesh, Wayne Hodge, Jennie C. Jones,
Emcee C.M., Master of None, Carlos Motta and Ginger Brooks Takahashi
Open Studios: September 27 & 28, 2008, 12-6pm
92 Plymouth Street, Brooklyn
For details:
http://smackmellon.org/curstud.html
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ours: Democracy in the Time of Branding
Curated by Carin Kuonic and Marisa Olson
Vera List Center for Art and Politics at The Sheila C. Johnson Design Center at Parsons
Fifth Avenue at 13 St. October 15, 2008 through January 30, 2009.
Opening: Wednesday October 15, 6-8pm
For list of participating artists, events and details:
http://www.newschool.edu/johnsondesigncenter/subpage.aspx?id=14434
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Out of the U.S.:
The Young and Evil
Organized by tank.tv and Tate Modern, curated by Stuart Comer
Screening: Saturday, September 20, 7-8:30pm
Starr Auditorium Tate Modern, London
For list of participating artists, events and details:
http://www.tate.org.uk/modern/eventseducation/film/15715.htm
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Art, Activism and Politics (Program# 5)
European Social Forum
Programed by Michelle Masucci and Jesper Nordahl
Screening: September 17-21, 5-9pm, daily
Mitt Möllan, Claesgatan 8, Malmö, Sweden
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Alternating Beats
Curated by Zeljka Himbele
Museum of Art, Rhode Island School of Design, Spalter Media Gallery
October 17, 2008- February 15, 2009
For list of participating artists and details:
http://www.risd.edu/museum.cfm
An online video archive and research area about the public perception of
democracy and U.S. foreign policy in Latin America initiated by Carlos Motta
and commissioned by Art in General
Website and Publication Launch: Friday, September 26, 6:30-8:30pm
Panel Discussion: "Democracy and Burocracy" with Eva Díaz,
Carla Herrera-Prats, Tim Rollins and Nato Thompson. Friday October 24, 6:30pm
Art in General, 79 Walker St., New York
More info: http://www.artingeneral.org/projects/431
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Democracy in America: Convergence Center at The Park Avenue Armory
Organized by Creative Time, curated by Nato Thompson
September 21-27, 2008
Opening Reception: Sunday, September 21, 2-10 pm
643 Park Ave. between 66 &67 St.
For list of participating artists, events and details:
http://www.creativetime.org/programs/archive/2008/democracy/convergence.php
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
The Greenroom: Reconsidering the Documentary in Contemporary Art
Curated by Maria Lind. CCS Galleries and Hessel Museum of Art, Bard College
September 27, 2008 - February 1, 2009
Opening: Saturday, September 27, 12pm
For list of participating artists, events and details:
http://www.bard.edu/ccs/exhibitions/sites/exhibition.php?g=788086&type=1
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Smack Mellon Open Studios:
Artists: Chitra Ganesh, Wayne Hodge, Jennie C. Jones,
Emcee C.M., Master of None, Carlos Motta and Ginger Brooks Takahashi
Open Studios: September 27 & 28, 2008, 12-6pm
92 Plymouth Street, Brooklyn
For details:
http://smackmellon.org/curstud.html
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ours: Democracy in the Time of Branding
Curated by Carin Kuonic and Marisa Olson
Vera List Center for Art and Politics at The Sheila C. Johnson Design Center at Parsons
Fifth Avenue at 13 St. October 15, 2008 through January 30, 2009.
Opening: Wednesday October 15, 6-8pm
For list of participating artists, events and details:
http://www.newschool.edu/johnsondesigncenter/subpage.aspx?id=14434
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Out of the U.S.:
The Young and Evil
Organized by tank.tv and Tate Modern, curated by Stuart Comer
Screening: Saturday, September 20, 7-8:30pm
Starr Auditorium Tate Modern, London
For list of participating artists, events and details:
http://www.tate.org.uk/modern/eventseducation/film/15715.htm
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Art, Activism and Politics (Program# 5)
European Social Forum
Programed by Michelle Masucci and Jesper Nordahl
Screening: September 17-21, 5-9pm, daily
Mitt Möllan, Claesgatan 8, Malmö, Sweden
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Alternating Beats
Curated by Zeljka Himbele
Museum of Art, Rhode Island School of Design, Spalter Media Gallery
October 17, 2008- February 15, 2009
For list of participating artists and details:
http://www.risd.edu/museum.cfm
Errorist in Taiwan (Taipei Biennial 08) + Etcetera… Anthology exhibition (MAC Chile)
Eroristas' tan son işler, Taipei Bienali ve MAC-Santiago de Chile sergileri. Yanılmıyorsam imajlar sırasıyla MAC-Santiago Chile, Taipei Bienali ve yine Taipei bienalinin parçası olan Oliver Ressler'in küratörlüğünde yapılan sergiden.

.jpg)

“Etcetera… Etcetera…” the Anthology Exhibition about the 10 years of Etcetera…
is now in the MAC in Santiago de Chile
Curators: Manray Hsu - Vasif Kortun
“We are all errorist”- Following with the viral expansion of the errorism around the world , here you can see the Installation made by some members of the International Errorist from Asia and South America.
http://www.taipeibiennial.org/TBArtists/ArtistContent.aspx?Language=2&cid=36
“To Eat, To Create!”- Also in the second floor of the same Biennial, in the section curated by the artist Oliver Ressler “A World Where Many Worlds Fit” : The installation with two of the most remembered actions made by the collective Etcetera…around 2001 , the times of the big social and economical crisis in Argentina “A comer!” and “El Mierdazo”.
http://www.taipeibiennial.org/TBArtists/ArtistContent.aspx?Language=2&cid=9

.jpg)

MAC in Santiago de Chile
“Etcetera… Etcetera…” the Anthology Exhibition about the 10 years of Etcetera…
is now in the MAC in Santiago de Chile
Taipei Bienale 2008, Taiwan
Curators: Manray Hsu - Vasif Kortun
“We are all errorist”- Following with the viral expansion of the errorism around the world , here you can see the Installation made by some members of the International Errorist from Asia and South America.
http://www.taipeibiennial.org/TBArtists/ArtistContent.aspx?Language=2&cid=36
“To Eat, To Create!”- Also in the second floor of the same Biennial, in the section curated by the artist Oliver Ressler “A World Where Many Worlds Fit” : The installation with two of the most remembered actions made by the collective Etcetera…around 2001 , the times of the big social and economical crisis in Argentina “A comer!” and “El Mierdazo”.
http://www.taipeibiennial.org/TBArtists/ArtistContent.aspx?Language=2&cid=9
Labels:
Bienal,
Erorists,
Güncel Sanat
Fikri bastırılmış nesiller nasıl yaratılır?
“Bütün üniversitelerimizde birbirine saygı çerçevesinde en aykırı fikirler dahil serbestçe yer bulabilmeli. Üniversitenin her bir ferdi özgür düşünceyi serbestçe ifade edebilmeli”
“Hükümet olarak şuna bütün kalbimizle inanıyorum. Üniversiteler, eleştirel aklın, özgür düşüncenin evi, yuvası olmalıdır. Fikirlerin en ölçülü ve en demokratik biçimde ifade edilebildiği, saygı gördüğü bir üniversite ortamından hiç kimse rahatsız olamaz, rahatsız olmaya da hakkı yoktur. Bütün üniversitelerimizde birbirine saygı çerçevesinde en aykırı fikirler dahil serbestçe yer bulabilmeli, serbestçe tartışılabilmelidir. Yeter ki hakaret içermesin. Öğretim elemanlarımız da hiçbir kaygı, hiçbir endişe taşımadan görüşlerini ifade edebilmelidir. Eleştirme, inceleme, araştırma, sorgulama, tetkik etme, düşünce özgürlüğünün temelidir, özgürlük için düşüncenin gelişmesinin önşartıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifade ettiği gibi fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek durumundayız. Farklılıklarımızı bir zenginlik olarak gördüğümüz sürece dinamizmimizi artırabiliriz.”
Yukarıdaki sözler Başbakan Erdoğan' ın İTÜ açılış konuşmasından alıntıdır. Tam bu sırada dışarıda İTÜ öğrenci kolektifi ve TKP' li öğrenciler yaka paça gözaltına alınıyor, rektörü protesto ederlerken. AYKIRI FİKİRLERİ SEBEBİYLE.
Başbakan Erdoğan'ı kınıyorum şiddetle. Kendisi bir "dil" katili. Hayata en haysiyetsiz şey herhalde bu duruma düşmek olsagerek. Sen bir konuşma yap halka, birşeyler anlat, dediklerinin yalan olduğu hemen kapının önünde görülsün.
Yazıda bold yaptıklarım, yorum gerektiren kısımları vurguluyor.
301'den meseleye aşinayız.
“Hükümet olarak şuna bütün kalbimizle inanıyorum. Üniversiteler, eleştirel aklın, özgür düşüncenin evi, yuvası olmalıdır. Fikirlerin en ölçülü ve en demokratik biçimde ifade edilebildiği, saygı gördüğü bir üniversite ortamından hiç kimse rahatsız olamaz, rahatsız olmaya da hakkı yoktur. Bütün üniversitelerimizde birbirine saygı çerçevesinde en aykırı fikirler dahil serbestçe yer bulabilmeli, serbestçe tartışılabilmelidir. Yeter ki hakaret içermesin. Öğretim elemanlarımız da hiçbir kaygı, hiçbir endişe taşımadan görüşlerini ifade edebilmelidir. Eleştirme, inceleme, araştırma, sorgulama, tetkik etme, düşünce özgürlüğünün temelidir, özgürlük için düşüncenin gelişmesinin önşartıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ifade ettiği gibi fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek durumundayız. Farklılıklarımızı bir zenginlik olarak gördüğümüz sürece dinamizmimizi artırabiliriz.”
Yukarıdaki sözler Başbakan Erdoğan' ın İTÜ açılış konuşmasından alıntıdır. Tam bu sırada dışarıda İTÜ öğrenci kolektifi ve TKP' li öğrenciler yaka paça gözaltına alınıyor, rektörü protesto ederlerken. AYKIRI FİKİRLERİ SEBEBİYLE.
Başbakan Erdoğan'ı kınıyorum şiddetle. Kendisi bir "dil" katili. Hayata en haysiyetsiz şey herhalde bu duruma düşmek olsagerek. Sen bir konuşma yap halka, birşeyler anlat, dediklerinin yalan olduğu hemen kapının önünde görülsün.
Yazıda bold yaptıklarım, yorum gerektiren kısımları vurguluyor.
301'den meseleye aşinayız.
U-Turn/ Tanklove
Labels:
Güncel Sanat,
Köken Ergun,
Tanklove,
U-turn
Hakkarim Net
Leyla Zana'nın mecliste cesurca Kürtçe yemin ettiği ve bu yüzden içeri girdiği dönemi hatırlıyorum. Bu kararlı ve o zamanki şartlarda mesajı dolaysız olan bu harteketine karşılık bu gün gazetede gördüğüm( Radikal) bu üretilen politika hiç hoşuma gitmedi. İlerletildiğinde bu bakışın nasıl bir milliyetçilik türeteceğini anlamak canımı sıktı.
Hem Kürt hem de Türk milliyetçiliğine yatırım.
Anadilde eğitim için miting yapılması önemli çok çok önemli, ama beni şaşırtan Batman'daki bu mitingde Kürtlere "Türkçe gazete okumamalarını ve Türkçe televizyon kanallarını izlememelerini" söylemesi oldu. "Kürtçeden başka bir dilde mecbur kalmadıkça konuşmamak" da ne kadar sorunun çözümüne yönelik, anlayamadım?
Oysaki esas Kürtçe konusunda bilinç geliştirmesi gereken Türklere yönelik bir çalışma yapılması gerekiyor. Türkiye'de büyük bir kitle tarafından Kürtçe bir "dil" olarak görülmüyor maalesef. Kürtçe daha çok bir "ülke bölme aracı" olarak tahayyül ediliyor, şimdi bu görüşe kabartma tozu ekmenin hiçkimseye faydası yok. Önermeyi anlıyorum, ama mevcut şartlarda bu politika sanki gerçekten Kürtçenin geliştirilmesine hizmet etmektense, daha çok Türkçe konuşan büyük çoğunluğu düşman etmeye yarıyor. Yetmiyormuş gibi bu açıklamanın üzerinden düşmanlık üretilmesine araç olmak, bu fena. Üretilen politika kısaca tehlikeli birtakım karşı karşıya gelmeleri doğuracak faşizan bir önerme. Bir kere bir şeyi yapma! demek ne kadar özgürlükçü, özgürlük ararken.
Diğer taraftan geçmişte daha yoğun olmak üzere yaşanan, bir tek kendi anadilini bilen-konuşan ama egemen otoritenin dilinden mahrum olanların politik katılımcılığının sekteye uğraması meselesi var. Oy kullanamıyor, devlet dairesinde resmi hiçbir alanda varlık gösteremiyorsun yanlızca Kürtçe biliyorsan. Türkçeyi kullanamamanın bu vahim sonucu, devlet tarafından yoğunlukla Kürt nüfusun olduğu bölgelere sistematik olarak gösterilen adaletsiz yaklaşımın, zaten ülke genelinde problem olan eğitime yatırımın bu bölgelerdeyse iyice eksik olmasının sonucuydu. Bu şimdilerde o denli sorun değil sanıyorum.
Olabildiğince Kürtçe konuşmaya ve gençlerin kürtçe öğrenmelerinin gerekliliğinden bahsetse... Kürtçe çıkan yayınları almaları ve okumalarında ısrar etse, kürtçe için uygulanan sansüre karşı birlikte hareket etmeyi önerse mesela ne kadar yerli yerinde olurdu? Yasaklardan dolayı yazılı metin üretiminde yetersiz kalmış bir dil Kürtçe. Bir sürü çaba var yayınevleri kitaplar dergiler... Anadilini korumanın ve gelişmesine destek vermenin yolu bir diğer dile yasak önermesiyle mümkün değil.
Bunun dışında sansürün özellikle de kürt yayıncılığına karşı devletin tutumu ortada buna karşı ne yapılabiliri birlikte düşünmek gerekiyor belkide.
İlköğretim ders kitaplarına konulacak* bir tane kürtçe metin değiştirebilir birçok şeyi. Mem Ü Zin mesela. Karşılıklı iki sayfa bir sayfa kürtçe diğeri türkçe çevirisi. Sınıfta Kürtçe okuyabilen birisi varsa o okur olmassa türkçesi incelenir. En azından başlangıç olarak Ingilizce, Fransızca gibi Kürtçe olur ufak yaşta insanın kafasında.
Kürtçeyle ilgili esas sorun, Türklerin bakış açısı.
---
* Bu ders kitaplarından öncelikle çıkması gerekenler var gerçi.
Kürtçe-Türkçe Sözlük:
http://www.enstituyakurdi.org/modules.php?name=News&file=article&sid=14
http://www.hakkarim.net/cgi-bin/yenisozluk.cgi/goster#%FCst
http://www.kars36.com/ferheng/
ilgili haberler:
http://www.taraf.com.tr/haber.asp?id=16663
http://www.taraf.com.tr/haber.asp?id=16737
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=898155&CategoryID=78
http://www.diyarbakirsoz.com/haberdetay.asp?NewsId=12212
Hem Kürt hem de Türk milliyetçiliğine yatırım.
Anadilde eğitim için miting yapılması önemli çok çok önemli, ama beni şaşırtan Batman'daki bu mitingde Kürtlere "Türkçe gazete okumamalarını ve Türkçe televizyon kanallarını izlememelerini" söylemesi oldu. "Kürtçeden başka bir dilde mecbur kalmadıkça konuşmamak" da ne kadar sorunun çözümüne yönelik, anlayamadım?
Oysaki esas Kürtçe konusunda bilinç geliştirmesi gereken Türklere yönelik bir çalışma yapılması gerekiyor. Türkiye'de büyük bir kitle tarafından Kürtçe bir "dil" olarak görülmüyor maalesef. Kürtçe daha çok bir "ülke bölme aracı" olarak tahayyül ediliyor, şimdi bu görüşe kabartma tozu ekmenin hiçkimseye faydası yok. Önermeyi anlıyorum, ama mevcut şartlarda bu politika sanki gerçekten Kürtçenin geliştirilmesine hizmet etmektense, daha çok Türkçe konuşan büyük çoğunluğu düşman etmeye yarıyor. Yetmiyormuş gibi bu açıklamanın üzerinden düşmanlık üretilmesine araç olmak, bu fena. Üretilen politika kısaca tehlikeli birtakım karşı karşıya gelmeleri doğuracak faşizan bir önerme. Bir kere bir şeyi yapma! demek ne kadar özgürlükçü, özgürlük ararken.
Diğer taraftan geçmişte daha yoğun olmak üzere yaşanan, bir tek kendi anadilini bilen-konuşan ama egemen otoritenin dilinden mahrum olanların politik katılımcılığının sekteye uğraması meselesi var. Oy kullanamıyor, devlet dairesinde resmi hiçbir alanda varlık gösteremiyorsun yanlızca Kürtçe biliyorsan. Türkçeyi kullanamamanın bu vahim sonucu, devlet tarafından yoğunlukla Kürt nüfusun olduğu bölgelere sistematik olarak gösterilen adaletsiz yaklaşımın, zaten ülke genelinde problem olan eğitime yatırımın bu bölgelerdeyse iyice eksik olmasının sonucuydu. Bu şimdilerde o denli sorun değil sanıyorum.
Olabildiğince Kürtçe konuşmaya ve gençlerin kürtçe öğrenmelerinin gerekliliğinden bahsetse... Kürtçe çıkan yayınları almaları ve okumalarında ısrar etse, kürtçe için uygulanan sansüre karşı birlikte hareket etmeyi önerse mesela ne kadar yerli yerinde olurdu? Yasaklardan dolayı yazılı metin üretiminde yetersiz kalmış bir dil Kürtçe. Bir sürü çaba var yayınevleri kitaplar dergiler... Anadilini korumanın ve gelişmesine destek vermenin yolu bir diğer dile yasak önermesiyle mümkün değil.
Bunun dışında sansürün özellikle de kürt yayıncılığına karşı devletin tutumu ortada buna karşı ne yapılabiliri birlikte düşünmek gerekiyor belkide.
İlköğretim ders kitaplarına konulacak* bir tane kürtçe metin değiştirebilir birçok şeyi. Mem Ü Zin mesela. Karşılıklı iki sayfa bir sayfa kürtçe diğeri türkçe çevirisi. Sınıfta Kürtçe okuyabilen birisi varsa o okur olmassa türkçesi incelenir. En azından başlangıç olarak Ingilizce, Fransızca gibi Kürtçe olur ufak yaşta insanın kafasında.
Kürtçeyle ilgili esas sorun, Türklerin bakış açısı.
---
* Bu ders kitaplarından öncelikle çıkması gerekenler var gerçi.
Kürtçe-Türkçe Sözlük:
http://www.enstituyakurdi.org/modules.php?name=News&file=article&sid=14
http://www.hakkarim.net/cgi-bin/yenisozluk.cgi/goster#%FCst
http://www.kars36.com/ferheng/
ilgili haberler:
http://www.taraf.com.tr/haber.asp?id=16663
http://www.taraf.com.tr/haber.asp?id=16737
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=898155&CategoryID=78
http://www.diyarbakirsoz.com/haberdetay.asp?NewsId=12212
Labels:
Anadilde Eğitim,
Kürtçe,
Leyla Zana,
Politika
Sulukule Yıkımları Başladı
Az önce Pelin'den geldi.
http://sulukulegunlugu.blogspot.com/2008/08/ykm.html
Birinin evine bomba atılmasıyla, birinin evini bu şekilde yıkmak arasında bir fark yok.
İzinsiz dikilen gökdelenler sapasağlam nasıl ayakta kalabiliyor diye soruyor ve Berbat hissediyorum.
http://sulukulegunlugu.blogspot.com/2008/08/ykm.html
Birinin evine bomba atılmasıyla, birinin evini bu şekilde yıkmak arasında bir fark yok.
İzinsiz dikilen gökdelenler sapasağlam nasıl ayakta kalabiliyor diye soruyor ve Berbat hissediyorum.
Bir Adres
Taşınıyor musun Elmas?
Yok hayır. Ben daha çok, yerleşiyorum.
----
Bir bankada kendimi tutamayıp bağırmışlığım var:
"Peki ben bir yerde oturmuyorsam ya evim yoksa... Banka hesabım olamayacak mı? "
Hesap açtırmak için ya bir ikametkah ya da bir su-elektirik faturası görmek istiyorlar. Ben de dedim ki bankaci kadina," Yok! Benim ikamet ettiğim bir yer yok! ". İnsanlar bana baktı kaldı, etrafımdakilerin benim kim? olduğum hakkındaki akıl yürütmelerini gözlerinden okudum. O gün üzerimde ekoseli bir palto, sıradan bir pantolon ve siyah deri topuksuz çizmeler vardı. Saçlarım giysilerim temizdi, uyku sorunum olduğu için muhakkak dinlenmiş bir yüz göremediler. Evim yok diye sesini yükselten bu kız evsizlere, sokakta uyuyanlara benzemiyordu. Herkesin bir evi vardı, bu kızın niye yoktu??! Hem yok gibi de değildi.
Bankadaki görevlinin cevabı da ilginçti. Ayak üzeri Case study misali.
"Ben bir araştırayım bu konuyu? Daha önce hiç rastlamadım, üzgünüm."
Malmö'den Stokholm'e gideceğim sırada Luca'nın yardımıyla tren bileti alışımı hatırlarım. Luca'nın, durup durup "discrimination!" deyişini...Nakit para ile çalışan bilet gişesi kapanmıştı, tek çalışan banka kartı geçerli bir otomattı. Benim kartım ise yurtdışında geçersizdi.
Yalan dünya.
---
Adres yok ama ev bol tabi, kollayan, desteğini esirgemeyen de çok, sağolsunlar. İzmir'de var tabi ev, "benim" değil daha çok Anne-Baba evi benim icin, ziyarete gittiğim bir odası bana tahsis edilmiş ev hatta annem ve babam Karaburun'a taşınınca bir dönem benim yalnız yaşadığım bir ev olsa bile. Ordan çoktan ayrıldım kafam bedenim hepimiz göçtük ama hiçbiryere de ev demedim galiba ondan sonra. Seyahat ettim, aralarda istanbulda çok sevgili arkadaşlarda mülteci oldum. Ama adres yok yine. Hayır herhangi bir adres kulllanamayacağımdan değil benim nerede olacağımın belirsizliğinden de işler hep karıştı.
İşte tüm bunlar benim de bir ev kiralamamla az önce sona erdi. Hiçbirzaman tek bir posta almasamda bir kağıda adresimi yazabiliyor olmak bana nasıl keyif verdi anlatamam.
Meselem biraz da Virginia Woolf hesabı, Kendine Ait Bir Oda.
Biraz da "A Gypsy had a House" Taraf de Haidouks şarkısı.
Kopenhag'da işlerin yoluna girdiğini farkettim, çalışabiliyordum, okuyabiliyordum bir huzur hali duydum. Yok bu memleket temiz düzgün onun huzuru değildi bu, bu bir evdi, yemeğe içmeye kahveye davet ettiğin birkaç eş dost, uydurma meşguliyet için alan, sanatçı işi bu ya hep meşgulsun... Ev bu meşguliyetlerin kalesi. İşte orada tahlilim bu oldu. Kopenhag'da olmam gerekirken zamansız yerleşme girişimim bundandır.
----
Evi çevreyi tanımaya çalışıyorum. Yeni bir lisan öğreniyor gibiyim. Karakter sahibi odaları olan ahşap eski istanbul evi, cumbası ve sera balkonu var, güzel bir ev.
Yerdeki güzelim ahşaplar üzerine serilmiş korkunç muşambaları söktüm, cumbadan aşağıya keyifle attım, boya yaptım, temizledim. Sanki açılışa yetiştireceğim bir iş gibi planlar araştırmalar hesaplar düşünmeler.
Şerit metre, yıldız tornavida, temiz yastıklar...
Üs katta hiç büyüyememiş işsiz gangsta gençler yaşıyor, alt katta da Daniel var arada flüt çalıyor 10 yaşlarında bir kara çocuk annesi ve rahip babası, alttaki diğer dairede ise sürekli seyahat eden ve yılda birkaç kez evine uğrayan yanlız bir adam varmış rivayete göre ben hiç görmedim emlakçı söyledi.
Sıcak da eşlikçi.
----
Ev sen dolaşsan da kitaplarının durduğu yer. Dışarıdan heryerden sevdiğin şeyleri karınca gibi taşıyıp koyduğun yer.
Ama en doğrusu galiba Adnan'ın söylediği:
"İnternet neresi ev orası"
Yok hayır. Ben daha çok, yerleşiyorum.
----
Bir bankada kendimi tutamayıp bağırmışlığım var:
"Peki ben bir yerde oturmuyorsam ya evim yoksa... Banka hesabım olamayacak mı? "
Hesap açtırmak için ya bir ikametkah ya da bir su-elektirik faturası görmek istiyorlar. Ben de dedim ki bankaci kadina," Yok! Benim ikamet ettiğim bir yer yok! ". İnsanlar bana baktı kaldı, etrafımdakilerin benim kim? olduğum hakkındaki akıl yürütmelerini gözlerinden okudum. O gün üzerimde ekoseli bir palto, sıradan bir pantolon ve siyah deri topuksuz çizmeler vardı. Saçlarım giysilerim temizdi, uyku sorunum olduğu için muhakkak dinlenmiş bir yüz göremediler. Evim yok diye sesini yükselten bu kız evsizlere, sokakta uyuyanlara benzemiyordu. Herkesin bir evi vardı, bu kızın niye yoktu??! Hem yok gibi de değildi.
Bankadaki görevlinin cevabı da ilginçti. Ayak üzeri Case study misali.
"Ben bir araştırayım bu konuyu? Daha önce hiç rastlamadım, üzgünüm."
Malmö'den Stokholm'e gideceğim sırada Luca'nın yardımıyla tren bileti alışımı hatırlarım. Luca'nın, durup durup "discrimination!" deyişini...Nakit para ile çalışan bilet gişesi kapanmıştı, tek çalışan banka kartı geçerli bir otomattı. Benim kartım ise yurtdışında geçersizdi.
Yalan dünya.
---
Adres yok ama ev bol tabi, kollayan, desteğini esirgemeyen de çok, sağolsunlar. İzmir'de var tabi ev, "benim" değil daha çok Anne-Baba evi benim icin, ziyarete gittiğim bir odası bana tahsis edilmiş ev hatta annem ve babam Karaburun'a taşınınca bir dönem benim yalnız yaşadığım bir ev olsa bile. Ordan çoktan ayrıldım kafam bedenim hepimiz göçtük ama hiçbiryere de ev demedim galiba ondan sonra. Seyahat ettim, aralarda istanbulda çok sevgili arkadaşlarda mülteci oldum. Ama adres yok yine. Hayır herhangi bir adres kulllanamayacağımdan değil benim nerede olacağımın belirsizliğinden de işler hep karıştı.
İşte tüm bunlar benim de bir ev kiralamamla az önce sona erdi. Hiçbirzaman tek bir posta almasamda bir kağıda adresimi yazabiliyor olmak bana nasıl keyif verdi anlatamam.
Meselem biraz da Virginia Woolf hesabı, Kendine Ait Bir Oda.
Biraz da "A Gypsy had a House" Taraf de Haidouks şarkısı.
Kopenhag'da işlerin yoluna girdiğini farkettim, çalışabiliyordum, okuyabiliyordum bir huzur hali duydum. Yok bu memleket temiz düzgün onun huzuru değildi bu, bu bir evdi, yemeğe içmeye kahveye davet ettiğin birkaç eş dost, uydurma meşguliyet için alan, sanatçı işi bu ya hep meşgulsun... Ev bu meşguliyetlerin kalesi. İşte orada tahlilim bu oldu. Kopenhag'da olmam gerekirken zamansız yerleşme girişimim bundandır.
----
Evi çevreyi tanımaya çalışıyorum. Yeni bir lisan öğreniyor gibiyim. Karakter sahibi odaları olan ahşap eski istanbul evi, cumbası ve sera balkonu var, güzel bir ev.
Yerdeki güzelim ahşaplar üzerine serilmiş korkunç muşambaları söktüm, cumbadan aşağıya keyifle attım, boya yaptım, temizledim. Sanki açılışa yetiştireceğim bir iş gibi planlar araştırmalar hesaplar düşünmeler.
Şerit metre, yıldız tornavida, temiz yastıklar...
Üs katta hiç büyüyememiş işsiz gangsta gençler yaşıyor, alt katta da Daniel var arada flüt çalıyor 10 yaşlarında bir kara çocuk annesi ve rahip babası, alttaki diğer dairede ise sürekli seyahat eden ve yılda birkaç kez evine uğrayan yanlız bir adam varmış rivayete göre ben hiç görmedim emlakçı söyledi.
Sıcak da eşlikçi.
----
Ev sen dolaşsan da kitaplarının durduğu yer. Dışarıdan heryerden sevdiğin şeyleri karınca gibi taşıyıp koyduğun yer.
Ama en doğrusu galiba Adnan'ın söylediği:
"İnternet neresi ev orası"
Labels:
ayrımcılık,
Ev,
Kişisel,
mobility
Çağdaş belediyecilik II
Hiç cevap almadım.
Sıfır.
Bilgi edinme hakkım var ama bu bilgi gelmiyor bir türlü...
Hatırlatma. Buca Belediyesi 40 metre yüksekliğinde bir Atatürk heykeli projesi üzerine çalışıyor.
http://elmasdeniz.blogspot.com/2007/12/ada-belediyecilik.html
Aralık 2007 de yazmıştım bu yazıyı ve beldiyeye bilgi edinme hakkımı kullanıp bir maili attim. Halkın fikrini almaya yönelik bir çalışma yapıldı mı? Diye sormuştum cevap gelmedi ben de kontrol ettim.
Evet bir anket yapıyorlar.Hemen katıldım.
Mehmet blogunda yer verdi. Aynı yönetim tarafından, evlerinden atılmak istenen insanlarla ilgili. 2008/07/30 tarihli.
"Buca Kuruçeşme Mahallesi'nde Buca Belediyesi tarafından 60 ev için alınan yıkım kararına karşı bir kez daha eylem yapan mahalle halkı, yıkımların durdurulmasını istedi."
Dönelim heykel projesine...
"DÜNYADA EŞİ BENZERİ YOK
Atatürk Rölyefi, birçok açıdan dünyanın en büyük heykel çalışmaları arasındadır. Genel sıralamada Brezilya'nın 32 metre yüksekliğindeki ünlü Reedemer Heykeli'nin (İsa Heykeli) önüne geçerek Dünya'nın en yüksek on heykeli arasına girecektir."
Atatürk Rölyefi Anketi
Sayın Bucalılar, Çaldıran Mahallesi taş ocakları mevkiinde yapılmakta olan Atatürk Rölyefi üzerine kabartma desen Atatürk'ün temel görüş ve düşüncelerini anlatan kısa bir özdeyiş yazılacaktır. Bu özdeyişin siz sayın Bucalıların görüş ve önerileri doğrultusunda belirlenmesini arzu etmekteyiz. Bu nedenle aşağıdaki anketi doldurarak görüş ve önerilerinizi iletmenizi rica ederiz.
1 Aşağıdaki Özdeyişlerden Herhangibirini Seçiniz
YENİ İLİM VE İKTİSAT ZAFERLERİNE HAZIRLANALIM.
YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ.
EN GERÇEK YOL GÖSTERİCİ BİLİMDİR, FENDİR.
EGEMENLİK VERİLMEZ, ALINIR.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
TÜRK! ÖĞÜN,ÇALIŞ,GÜVEN.
HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR.
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR.
2 ÖNERİNİZ
" KENTSEL DÖNÜŞÜM ADI ALTINDA İNSANLARI EVLERİNDEN ATMAK, İNSANLIK DIŞIDIR"
dedim ve gonderdim.
Sıfır.
Bilgi edinme hakkım var ama bu bilgi gelmiyor bir türlü...
Hatırlatma. Buca Belediyesi 40 metre yüksekliğinde bir Atatürk heykeli projesi üzerine çalışıyor.
http://elmasdeniz.blogspot.com/2007/12/ada-belediyecilik.html
Aralık 2007 de yazmıştım bu yazıyı ve beldiyeye bilgi edinme hakkımı kullanıp bir maili attim. Halkın fikrini almaya yönelik bir çalışma yapıldı mı? Diye sormuştum cevap gelmedi ben de kontrol ettim.
Evet bir anket yapıyorlar.Hemen katıldım.
Mehmet blogunda yer verdi. Aynı yönetim tarafından, evlerinden atılmak istenen insanlarla ilgili. 2008/07/30 tarihli.
"Buca Kuruçeşme Mahallesi'nde Buca Belediyesi tarafından 60 ev için alınan yıkım kararına karşı bir kez daha eylem yapan mahalle halkı, yıkımların durdurulmasını istedi."
Dönelim heykel projesine...
"DÜNYADA EŞİ BENZERİ YOK
Atatürk Rölyefi, birçok açıdan dünyanın en büyük heykel çalışmaları arasındadır. Genel sıralamada Brezilya'nın 32 metre yüksekliğindeki ünlü Reedemer Heykeli'nin (İsa Heykeli) önüne geçerek Dünya'nın en yüksek on heykeli arasına girecektir."
Atatürk Rölyefi Anketi
Sayın Bucalılar, Çaldıran Mahallesi taş ocakları mevkiinde yapılmakta olan Atatürk Rölyefi üzerine kabartma desen Atatürk'ün temel görüş ve düşüncelerini anlatan kısa bir özdeyiş yazılacaktır. Bu özdeyişin siz sayın Bucalıların görüş ve önerileri doğrultusunda belirlenmesini arzu etmekteyiz. Bu nedenle aşağıdaki anketi doldurarak görüş ve önerilerinizi iletmenizi rica ederiz.
1 Aşağıdaki Özdeyişlerden Herhangibirini Seçiniz
YENİ İLİM VE İKTİSAT ZAFERLERİNE HAZIRLANALIM.
YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ.
EN GERÇEK YOL GÖSTERİCİ BİLİMDİR, FENDİR.
EGEMENLİK VERİLMEZ, ALINIR.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
TÜRK! ÖĞÜN,ÇALIŞ,GÜVEN.
HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT İLİMDİR.
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR.
2 ÖNERİNİZ
" KENTSEL DÖNÜŞÜM ADI ALTINDA İNSANLARI EVLERİNDEN ATMAK, İNSANLIK DIŞIDIR"
dedim ve gonderdim.
Sulukuledeki Çocuklar İçin Destek Çağrısı
Sulukule'deki 'yenileme projesi'ne karşı çıkan sivil bir inisiyatif olan İstanbul Sulukule Platformu, mahallede açtıkları sosyal yardım ve dayanışma merkezi ile minik Sulukuleliler için çalışma çağrısında bulunuyor.
Bir çocuk atölyesi olarak çalışmaya başlayan merkezin sabahları yetişkinlere kapısını açması da planlanmış. Merkez, kamuoyundaki gönüllülerden, haftada bir gün olmak üzere hukuk ve iş danışmanlığı, psikolojik destek ve sağlık kontrolü gibi alanlarda işbirliği de bekliyor. Merkez ayrıca, akşamüstleri öğrencilere yönelik çeşitli etüt çalışmaları ile mahalle sakini kadınlar için ücretsiz okur yazarlık kursu açmayı da planlıyor. Bu arada merkezdeki tüm çalışmaların, Sulukule Mahallesi'ndeki yasal dernek üzerinden yürütüldüğünü belirtelim. Ancak şu aşamada, merkezin bir de acil ihtiyaç listesi bulunuyor. Bu listede aranan malzemeler, kuru kalem boya ve muhtelif kırtasiye malzemeleri ile nitelikli çocuk kitaplarının yanı sıra uzun vadede kullanılabilecek telefon cihazı, faks cihazı ve bilgisayar ile projektör gibi malzemeleri de kapsıyor. Merkez, her türlü sosyal ve profesyonel katkının yanı sıra, maddi yardımları da kabul ediyor.
Bilgi: Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan / MSGSÜ Tel: (0533) 726 55 10
Bir çocuk atölyesi olarak çalışmaya başlayan merkezin sabahları yetişkinlere kapısını açması da planlanmış. Merkez, kamuoyundaki gönüllülerden, haftada bir gün olmak üzere hukuk ve iş danışmanlığı, psikolojik destek ve sağlık kontrolü gibi alanlarda işbirliği de bekliyor. Merkez ayrıca, akşamüstleri öğrencilere yönelik çeşitli etüt çalışmaları ile mahalle sakini kadınlar için ücretsiz okur yazarlık kursu açmayı da planlıyor. Bu arada merkezdeki tüm çalışmaların, Sulukule Mahallesi'ndeki yasal dernek üzerinden yürütüldüğünü belirtelim. Ancak şu aşamada, merkezin bir de acil ihtiyaç listesi bulunuyor. Bu listede aranan malzemeler, kuru kalem boya ve muhtelif kırtasiye malzemeleri ile nitelikli çocuk kitaplarının yanı sıra uzun vadede kullanılabilecek telefon cihazı, faks cihazı ve bilgisayar ile projektör gibi malzemeleri de kapsıyor. Merkez, her türlü sosyal ve profesyonel katkının yanı sıra, maddi yardımları da kabul ediyor.
Bilgi: Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan / MSGSÜ Tel: (0533) 726 55 10
politik. sanat. konusmadan sonra estiler.
İki gün önce aksamuzeri Platform Garanti Güncel Sanat Merkezinde gerçekleşen bir konuşmaya katıldım. Helena Chávez Mac Gregor'un konuşmacı olduğu konuşmanın başlığı Görünürlük Politikaları/ Siyasi Olanın Şiirselliği, Sanat ve Politika Arasındaki İlişkiyi Yeniden Düşünmek'ti.
Chávez'in gerçekleştirdiği konuşma, sübjektivitenin vurgulandığı, Ranciere etrafında dönen bir konuşmaydı. Chávez, Santiego Sierra'nın yaptığı sokak eylemlerinden alınan ses kayıtlarıyla yaptığı işi ile, Ectecera. grubunun arjantinde sokaktakta düzenledikleri politik eylemleri gösteren video kaydını izletti. Bu iki örneğin karşılaştırılmasından yola çıkarak sanatçının politik yaklaşımını ( galeri galeri ülke ülke gezen ve artık üzerinde durduğu konulardan daha çok kariyerine hizmet eden bir politik bakış sahibi sanatçı) ile ( gerçekten politik bir üretim gerçekleştiren sanatçı) türüne dair düşüncelerin aktarıldığı bir konuşma oldu. Akabinde gelişen tartışma da biraz bunun etrafında gelişti.

Por Colectivo Etcétera
Tabi şöyle bir şey de var olur ya boyle dinlerken beynin vızır vızır çalışır buluş yapar vazgeçer, kendi tasnif sistemini edindiklerini deşersin, böyle olunca güzeldir konuşmaya gitmek. Herneyse, bazı yerlerinde anlamakta zorlandım bazı yerleri sıkıcı geldi arada dışarı kaçtım. Hiperaktiviteden hallice dolandım durdum konuşma boyunca bir de tabi ingilizce aksan faktörü ve okuduğumuzda anladığımız konuşulduğundaysa anlamakta zorlandığımız ingilizce birtakım kavramlar derdi de var, ama yakaladığım kadarıyla aklıma hücum edenler şöyle.
Sierra üzerinden sorulan "Bir "demonstration" başlıbaşına bir sanat eseri olamaz ama CD ye aktarmak onu sanat yapar mi?" şeklindeki sorunun gereksizliği kafama takıldı. Aktivizm sanat mıdır? . "Bu sanat mıdır?" kesinlikle üzerinde durulacak bir soru değil. Duchamp'dan sonra da artık sorulacak soru değil. Contex-bağlam denen bişi var çünkü. Neyin sanat olabildiği hususu- herşeyin- cevabıyla sabitlendiğine göre bunun yerine sorulacak soru belkide burada "ilginç olan ne?" olmalıydı. Böylece değil ki bir sandalye sanat olurmu, bir ekonomi araştırması, sosyal bir çalışma, grup faaliyetleri, öğretmenlik, yuvarlakmasa toplantısı, bir kişinin punk hayatı da baya baya sanat olur yani. Aktivizmin sanat olup olmadığını sormak, külliyen olaya yanlış bakmak. Bence, etcetera ve şimdiki uluslararası sanat dolaşımındaki adıyla "Errorist Enternasyonal" her yönden güncel sanatın birçok sıkışma noktasında ferah bir yanıt getiriyor. Konuşulacak olan da bu.
Groys'un "what is new?" için müthiş yanıtına dönerek. Bir nevi varolanı, zaten varolanı, ışığın altına getirmek... İşte olası yeni böyle birşey ve ilginç olan da bu. Zaten var olan bir grup insanın politik aktivizminin sanat bağlamına taşınması -ama külliyen taşınması!-burda işte sanatın bilindik kalıplarından taşması ve daha büyük kapsamlı bir rejime girmesi demek. Her durumda da "sanat" keşfetmek değil "sanat türü" bir paradigma keşfetmek neyin ilginç olduğu sorusuna bir anahtar benim için.
Oda projesi, bu duruma iyi bir örnektir bu topraklardan.
Hüseyin Alptekin bu tür kollektif pratiklerde bulunabilecek "değer"i tekil olarak taşıyan bir sanatçıydı. Sanat algısı- sanattan ne anladığı benim kafamda tek tek üretimiyle değil ama duruşu ve yaklaşımıyla kocaman bir bütün olarak böyle tınlıyor. Ve böyle bir bütünlüğün sunumunun güçlüğü şahaneliğine gölge düşürmüyor. Hüseyin Alptekin'in ortaya koyduğu "fiziki görülebilir sanat eseri" eserin tamamının yüzde 5'i benim için.
----
Etceteranın dolaşım hızı ve gündeme getirdiği çok önemli. Sanatta aktivist pratikler zira yanlızca krize girmiş olan güncel politik önermelerin dışında galerinin korunaklı yapısının ve burada yer alan politik sanat pratiğinin de ötesinde bir şeye cevap veriyor.* Sanatın üretiminin sanatın sunulduğu mekanla ve eserle sınırlı kalmadığı kollektif bir durum yaratımı açısından işliyor. İşte genellikle bu tür pratiklerde galeriye geri döndüğünde -varsa eyvallah- ama estetik kriterler beni zerre kadar ilgilendirmiyor hatta bu tür sanatın en belirgin özelliği " fiziki sunumundaki" güçlük semptomik olarak ortaya çıkıyor da çıkıyor. Oda projesinde, Erroristas'da, Oliver Ressler'de veya Hüseyin Alptekin'in sanatçı portfolyosunda.
Bir yandan da politik sanatın veya her türlü sanatın aşırı -grupsentrik- yapısı ortada, galeriler sanat profesyonellerinin toplandığı mekanlar.Güncel sanat belirli bir bilgi gerektirmesi önkoşulu olan bir alan ve iyice genel izleyiciden uzaklaşan hali ortada. Sokakta, toplumda veya herhangi bir biçimde "sanat amacı" taşımaksızın yapılan-üretilen veya eylenen ama sanatın bağlamında okunduğunda galerideki "arty" sanat eserinden daha fazla şey söylemeye muktedir olanı görmek önemli. İşte erroristas bu açıdan Sanat birşeyleri değiştirebilir mi? Politik sanat eleştirdiği konuları değiştirmeye yarıyor mu? İşe yarıyor mu? Galeri nasıl bir kamusal alandır veya kamusal alanmıdır? Kollektif sanat pratiklerinin önemi nedir? gibi çoklu sorulara enteresan bir cevap niteliğinde algılanabilir. Zaten Chávez'in seçtiği yine politik içerikli iki işi karşılaştırılmayı seçme nedeni de buydu.
*Bir not: Yanlış anlaşılmasın, Ahmet Öğüt, Halil Altındere veya Burak Delier galeriye koyuyor da olmuyor demiyorum. Ben de galeride gösteriyorum ama Galeristte bombalı-tanklı halılar vardı mesela o fenaydı hatırlarsınız. Güncel sanatın politik unsurları taşıması ve bu sanatçıların popülaritesi beraberinde parazitleri de doğurdu tabii. Her zaman olduğu gibi bir "inanarak yapan" bir de "işe yaradığı için" bunu kullananlar olur diyelim ve geçelim.
----
Konuşmanın sonlarına doğru artık yutuculuğu kabul edilen sanat sisteminin, özellikle de politik içerikli sanatın bu günkü popülerliği ve ana akıma dönüşmesi bağlamında etcetera. yeni adiyla eroristlerin geleceğine döndü. Acaba bu insanlar da Sierra gibi dünyanın her yerinde sergilenecek, sokakta yaptıklarını galeriye taşıyarak da taşıyarak ilginçliklerini yitirecekler miydi?
Benim Erroristas ile ilgim onlardan biri olmak istememle alakalı daha çok. Bir mektup yazıp onlara katılmak istediğimi belirttim onlar da olur dedi. Zira galeride sergilemek göstermek için kurgulamak yerine buradan kişilerin gruba dahil olması bence heyecan verici. İstanbuldan katılacak erroristler aranıyor.
----
Neyse dağıldım yine. Yazdıklarımı düzeltmeden yayınlıyorum affedin.
----
erroristas internacional manifestosundan alıntı:
Erroristas…
we are all errorists
errare humanum est
1. Errorism : Concept and action are based on the idea that “error” is reality’s principle of order.
2. Errorism is a philosophically erroneous position, a ritual of negation, a disorganised organisation: failure as perfection, error as appropriate move.
3. The field of action of “Errorism” deploys practices that aim at the LIBERATION of the human being and language.
4. Confusion and surprise, black humour and absurdity are tools of the errorists.
5. Lapses and failed acts are an errorist delight.
(…extracts from the international errorist’s manifesto…)
http://platformgaranti.blogspot.com/
Chávez'in gerçekleştirdiği konuşma, sübjektivitenin vurgulandığı, Ranciere etrafında dönen bir konuşmaydı. Chávez, Santiego Sierra'nın yaptığı sokak eylemlerinden alınan ses kayıtlarıyla yaptığı işi ile, Ectecera. grubunun arjantinde sokaktakta düzenledikleri politik eylemleri gösteren video kaydını izletti. Bu iki örneğin karşılaştırılmasından yola çıkarak sanatçının politik yaklaşımını ( galeri galeri ülke ülke gezen ve artık üzerinde durduğu konulardan daha çok kariyerine hizmet eden bir politik bakış sahibi sanatçı) ile ( gerçekten politik bir üretim gerçekleştiren sanatçı) türüne dair düşüncelerin aktarıldığı bir konuşma oldu. Akabinde gelişen tartışma da biraz bunun etrafında gelişti.

Por Colectivo Etcétera
Tabi şöyle bir şey de var olur ya boyle dinlerken beynin vızır vızır çalışır buluş yapar vazgeçer, kendi tasnif sistemini edindiklerini deşersin, böyle olunca güzeldir konuşmaya gitmek. Herneyse, bazı yerlerinde anlamakta zorlandım bazı yerleri sıkıcı geldi arada dışarı kaçtım. Hiperaktiviteden hallice dolandım durdum konuşma boyunca bir de tabi ingilizce aksan faktörü ve okuduğumuzda anladığımız konuşulduğundaysa anlamakta zorlandığımız ingilizce birtakım kavramlar derdi de var, ama yakaladığım kadarıyla aklıma hücum edenler şöyle.
Sierra üzerinden sorulan "Bir "demonstration" başlıbaşına bir sanat eseri olamaz ama CD ye aktarmak onu sanat yapar mi?" şeklindeki sorunun gereksizliği kafama takıldı. Aktivizm sanat mıdır? . "Bu sanat mıdır?" kesinlikle üzerinde durulacak bir soru değil. Duchamp'dan sonra da artık sorulacak soru değil. Contex-bağlam denen bişi var çünkü. Neyin sanat olabildiği hususu- herşeyin- cevabıyla sabitlendiğine göre bunun yerine sorulacak soru belkide burada "ilginç olan ne?" olmalıydı. Böylece değil ki bir sandalye sanat olurmu, bir ekonomi araştırması, sosyal bir çalışma, grup faaliyetleri, öğretmenlik, yuvarlakmasa toplantısı, bir kişinin punk hayatı da baya baya sanat olur yani. Aktivizmin sanat olup olmadığını sormak, külliyen olaya yanlış bakmak. Bence, etcetera ve şimdiki uluslararası sanat dolaşımındaki adıyla "Errorist Enternasyonal" her yönden güncel sanatın birçok sıkışma noktasında ferah bir yanıt getiriyor. Konuşulacak olan da bu.
Groys'un "what is new?" için müthiş yanıtına dönerek. Bir nevi varolanı, zaten varolanı, ışığın altına getirmek... İşte olası yeni böyle birşey ve ilginç olan da bu. Zaten var olan bir grup insanın politik aktivizminin sanat bağlamına taşınması -ama külliyen taşınması!-burda işte sanatın bilindik kalıplarından taşması ve daha büyük kapsamlı bir rejime girmesi demek. Her durumda da "sanat" keşfetmek değil "sanat türü" bir paradigma keşfetmek neyin ilginç olduğu sorusuna bir anahtar benim için.
Oda projesi, bu duruma iyi bir örnektir bu topraklardan.
Hüseyin Alptekin bu tür kollektif pratiklerde bulunabilecek "değer"i tekil olarak taşıyan bir sanatçıydı. Sanat algısı- sanattan ne anladığı benim kafamda tek tek üretimiyle değil ama duruşu ve yaklaşımıyla kocaman bir bütün olarak böyle tınlıyor. Ve böyle bir bütünlüğün sunumunun güçlüğü şahaneliğine gölge düşürmüyor. Hüseyin Alptekin'in ortaya koyduğu "fiziki görülebilir sanat eseri" eserin tamamının yüzde 5'i benim için.
----
Etceteranın dolaşım hızı ve gündeme getirdiği çok önemli. Sanatta aktivist pratikler zira yanlızca krize girmiş olan güncel politik önermelerin dışında galerinin korunaklı yapısının ve burada yer alan politik sanat pratiğinin de ötesinde bir şeye cevap veriyor.* Sanatın üretiminin sanatın sunulduğu mekanla ve eserle sınırlı kalmadığı kollektif bir durum yaratımı açısından işliyor. İşte genellikle bu tür pratiklerde galeriye geri döndüğünde -varsa eyvallah- ama estetik kriterler beni zerre kadar ilgilendirmiyor hatta bu tür sanatın en belirgin özelliği " fiziki sunumundaki" güçlük semptomik olarak ortaya çıkıyor da çıkıyor. Oda projesinde, Erroristas'da, Oliver Ressler'de veya Hüseyin Alptekin'in sanatçı portfolyosunda.
Bir yandan da politik sanatın veya her türlü sanatın aşırı -grupsentrik- yapısı ortada, galeriler sanat profesyonellerinin toplandığı mekanlar.Güncel sanat belirli bir bilgi gerektirmesi önkoşulu olan bir alan ve iyice genel izleyiciden uzaklaşan hali ortada. Sokakta, toplumda veya herhangi bir biçimde "sanat amacı" taşımaksızın yapılan-üretilen veya eylenen ama sanatın bağlamında okunduğunda galerideki "arty" sanat eserinden daha fazla şey söylemeye muktedir olanı görmek önemli. İşte erroristas bu açıdan Sanat birşeyleri değiştirebilir mi? Politik sanat eleştirdiği konuları değiştirmeye yarıyor mu? İşe yarıyor mu? Galeri nasıl bir kamusal alandır veya kamusal alanmıdır? Kollektif sanat pratiklerinin önemi nedir? gibi çoklu sorulara enteresan bir cevap niteliğinde algılanabilir. Zaten Chávez'in seçtiği yine politik içerikli iki işi karşılaştırılmayı seçme nedeni de buydu.
*Bir not: Yanlış anlaşılmasın, Ahmet Öğüt, Halil Altındere veya Burak Delier galeriye koyuyor da olmuyor demiyorum. Ben de galeride gösteriyorum ama Galeristte bombalı-tanklı halılar vardı mesela o fenaydı hatırlarsınız. Güncel sanatın politik unsurları taşıması ve bu sanatçıların popülaritesi beraberinde parazitleri de doğurdu tabii. Her zaman olduğu gibi bir "inanarak yapan" bir de "işe yaradığı için" bunu kullananlar olur diyelim ve geçelim.
----
Konuşmanın sonlarına doğru artık yutuculuğu kabul edilen sanat sisteminin, özellikle de politik içerikli sanatın bu günkü popülerliği ve ana akıma dönüşmesi bağlamında etcetera. yeni adiyla eroristlerin geleceğine döndü. Acaba bu insanlar da Sierra gibi dünyanın her yerinde sergilenecek, sokakta yaptıklarını galeriye taşıyarak da taşıyarak ilginçliklerini yitirecekler miydi?
Benim Erroristas ile ilgim onlardan biri olmak istememle alakalı daha çok. Bir mektup yazıp onlara katılmak istediğimi belirttim onlar da olur dedi. Zira galeride sergilemek göstermek için kurgulamak yerine buradan kişilerin gruba dahil olması bence heyecan verici. İstanbuldan katılacak erroristler aranıyor.
----
Neyse dağıldım yine. Yazdıklarımı düzeltmeden yayınlıyorum affedin.
----
erroristas internacional manifestosundan alıntı:
Erroristas…
we are all errorists
errare humanum est
1. Errorism : Concept and action are based on the idea that “error” is reality’s principle of order.
2. Errorism is a philosophically erroneous position, a ritual of negation, a disorganised organisation: failure as perfection, error as appropriate move.
3. The field of action of “Errorism” deploys practices that aim at the LIBERATION of the human being and language.
4. Confusion and surprise, black humour and absurdity are tools of the errorists.
5. Lapses and failed acts are an errorist delight.
(…extracts from the international errorist’s manifesto…)
http://platformgaranti.blogspot.com/
Bir Zevk Topluluğu İçin Tüzük
Machiavelli
Madde 22- Kadın ya da erkek olsun, topluluğun tüm üyeleri, daha büyük bir saygınlığa kavuşmak amacıyla, sahip olmadığı bir erdem ya da yapmadığı iyi birşey yüzünden kendini övmek zorundadır; eğer gerçeği söylemeye ve böylelikle sefilliğini ya da başka bir bönlüğü açığa vurmaya kalkışırsa, başkasının* keyfine göre cezalandırılacaktır.
Madde 23- Ruhsal olarak duyulmuş ya da hissedilmiş bir şey asla dışa yansıtılmayacak; tamamıyla bunun tersi yapılmaya çalışılacaktır. Kendini en iyi şekilde gizlemiş ya da en parlak yalanlarla bu durumu geçiştirmeyi başarmış olan, övgülerin en büyüğünü hak edecektir.
Madde 24- Zamanın büyük bölümü birbirini kıyaslayarak, titiz bir şekilde giyinilerek geçirilecektir, bunun aksini yapana topluluk üyelerinden hiçbiri dönüp bakmayacaktır.
* Orjinal metinde "başkanın" olarak geçiyor.
Herneyse, ben istanbuldayım.
Madde 22- Kadın ya da erkek olsun, topluluğun tüm üyeleri, daha büyük bir saygınlığa kavuşmak amacıyla, sahip olmadığı bir erdem ya da yapmadığı iyi birşey yüzünden kendini övmek zorundadır; eğer gerçeği söylemeye ve böylelikle sefilliğini ya da başka bir bönlüğü açığa vurmaya kalkışırsa, başkasının* keyfine göre cezalandırılacaktır.
Madde 23- Ruhsal olarak duyulmuş ya da hissedilmiş bir şey asla dışa yansıtılmayacak; tamamıyla bunun tersi yapılmaya çalışılacaktır. Kendini en iyi şekilde gizlemiş ya da en parlak yalanlarla bu durumu geçiştirmeyi başarmış olan, övgülerin en büyüğünü hak edecektir.
Madde 24- Zamanın büyük bölümü birbirini kıyaslayarak, titiz bir şekilde giyinilerek geçirilecektir, bunun aksini yapana topluluk üyelerinden hiçbiri dönüp bakmayacaktır.
* Orjinal metinde "başkanın" olarak geçiyor.
Herneyse, ben istanbuldayım.
"Üretebilmek Üzerine"
Altı Aylık ve nüans, Düsseldorf işbirliği ile
18 Temmuz – 08 Ağustos 2008
Apartman Projesi
Şehbender Sok. Asmalımescit Mah.
Ziyaret günleri ve saatleri: Çarşamba-Cmt. / 16:00-20:00
Açılış:
18 Temmuz, Cuma / 19:00
*Dirk Studio
*The Center of Attention, Trio Krivoto'nun müziği ile temsil ediliyor
*Elmar Hermann, Kristina Stoyanova, Marjolijn Dijkman, Maki Umehara ve Volkan Aslan'ın yeni işleri
Işıklar Kapalı:
25 Temmuz, Cuma / 19:00
*Aslı Çavuşoğlu'nun yeni videosu
Nisan ayında ilk sunumu 5533'de gerçekleştirilen "Üretebilmek Üzerine", Amsterdam ve Los Angeles'taki sergilerden sonra, sanatçıların yeni işleriyle Apartman Projesi'ne konuk oluyor. Ağustos ayında "New Talents" Köln'e davet edilen sergi, 2008 sonbaharında Berlin Dükkanı projesiyle Almanya'ya taşınacak.
"Üretebilmek Üzerine" İstanbul'u çıkış noktası olarak alan ve süreç içinde farklı mekanlarda, yeni sanatçıların ve üretimlerinin sunumlarıyla gelişen uluslararası bir grup sergisidir. Proje; ürün, üretim ve bu faktörlerin toplumdaki yeri üzerine bir inceleme yapma arzusundan kaynaklandı. Proje için İstanbul'a davet ettiğimiz sanatçılar; yerel üreticilerle çalışarak, üretim şartlarına atıfta bulunan, buradaki durumu yansıtan ve üretim sürecinin küresel boyutuna değinen yeni işler ürettiler.
Üretim süreci, AB ülkeleri gibi hizmet toplumu ülkelerde, şehrin yaşamından neredeyse tamamen dışlanmışken, İstanbul'da günlük hayatın önemli dinamiklerinden biri. Bu ülkelerde sunulan ürünlerin çoğu, farklı coğrafyalarda üretilip ithal edilirken, İstanbul'da ise bu kaynaklar ulaşılabilir ve şeffaf. Bu özellikleriyle Türkiye, dünya endüstrisi bağlamında Avrupa'da tercih edilen üretim merkezlerinden biri olarak adlandırılabilirken, parametreler gittikçe üretime dayalı bir toplumdan, büyük alışveriş merkezlerinin, tek tipleştirilmiş uluslararası markaların baskısı altında tüketime dayalı bir topluma doğru kayıyor. Bu değişimin hızı aynı zamanda çok canlı bir ortam yaratıyor. Bu projedeki ilgi alanımız, toplumun içinde bulunduğu dönüşümü temsil eden ürünleri gözlemlemek, anlamak ve sanatçılar aracılığıyla müdahelede bulunmak.
Bu proje, The British Council, Istanbul; The General Consulate of the Netherlands, Istanbul; Goethe Institut, Istanbul; Kunststiftung Nordrhein Westfalen; WASP t-shirt ve Apartman Projesi tarafından desteklenmektedir.
Altı Aylık: www.altiaylik.blogspot.com
nüans: www.nuans.de
Apartman Projesi: www.apartmentproject.com
Adrian Lee / Londra; Ahmet Öğüt / İstanbul; Allen Grubesic / Stockholm; Anna Blessmann & Peter Saville / Londra; Aslı Cavuşoğlu / İstanbul; The Centre of Attention / Londra; Claudia Weber / Berlin; Dirk van Lieshout / Rotterdam; Elmar Hermann / Düsseldorf; Elmas Deniz / Istanbul; Esther Kläs / Düsseldorf; Isa Melsheimer / Berlin; Jakob Kolding / Berlin; Jerome Symons / Rotterdam; Katja Stuke ve Oliver Sieber: Böhm Handelszentrum / Düsseldorf; Kim Schönstadt / Los Angeles; Kristina Stoyanova / Düsseldorf; Marjolijn Dijkman / Rotterdam; Maki Umehara / Düsseldorf; Reinaart Vanhoe / Rotterdam; Volkan Aslan / Istanbul.
Üretimde:
Anna Heidenhain / İstanbul
Bliin / Amsterdam
Deniz Gül / İstanbul
Wynn Dan / Paris
18 Temmuz – 08 Ağustos 2008
Apartman Projesi
Şehbender Sok. Asmalımescit Mah.
Ziyaret günleri ve saatleri: Çarşamba-Cmt. / 16:00-20:00
Açılış:
18 Temmuz, Cuma / 19:00
*Dirk Studio
*The Center of Attention, Trio Krivoto'nun müziği ile temsil ediliyor
*Elmar Hermann, Kristina Stoyanova, Marjolijn Dijkman, Maki Umehara ve Volkan Aslan'ın yeni işleri
Işıklar Kapalı:
25 Temmuz, Cuma / 19:00
*Aslı Çavuşoğlu'nun yeni videosu
Nisan ayında ilk sunumu 5533'de gerçekleştirilen "Üretebilmek Üzerine", Amsterdam ve Los Angeles'taki sergilerden sonra, sanatçıların yeni işleriyle Apartman Projesi'ne konuk oluyor. Ağustos ayında "New Talents" Köln'e davet edilen sergi, 2008 sonbaharında Berlin Dükkanı projesiyle Almanya'ya taşınacak.
"Üretebilmek Üzerine" İstanbul'u çıkış noktası olarak alan ve süreç içinde farklı mekanlarda, yeni sanatçıların ve üretimlerinin sunumlarıyla gelişen uluslararası bir grup sergisidir. Proje; ürün, üretim ve bu faktörlerin toplumdaki yeri üzerine bir inceleme yapma arzusundan kaynaklandı. Proje için İstanbul'a davet ettiğimiz sanatçılar; yerel üreticilerle çalışarak, üretim şartlarına atıfta bulunan, buradaki durumu yansıtan ve üretim sürecinin küresel boyutuna değinen yeni işler ürettiler.
Üretim süreci, AB ülkeleri gibi hizmet toplumu ülkelerde, şehrin yaşamından neredeyse tamamen dışlanmışken, İstanbul'da günlük hayatın önemli dinamiklerinden biri. Bu ülkelerde sunulan ürünlerin çoğu, farklı coğrafyalarda üretilip ithal edilirken, İstanbul'da ise bu kaynaklar ulaşılabilir ve şeffaf. Bu özellikleriyle Türkiye, dünya endüstrisi bağlamında Avrupa'da tercih edilen üretim merkezlerinden biri olarak adlandırılabilirken, parametreler gittikçe üretime dayalı bir toplumdan, büyük alışveriş merkezlerinin, tek tipleştirilmiş uluslararası markaların baskısı altında tüketime dayalı bir topluma doğru kayıyor. Bu değişimin hızı aynı zamanda çok canlı bir ortam yaratıyor. Bu projedeki ilgi alanımız, toplumun içinde bulunduğu dönüşümü temsil eden ürünleri gözlemlemek, anlamak ve sanatçılar aracılığıyla müdahelede bulunmak.
Bu proje, The British Council, Istanbul; The General Consulate of the Netherlands, Istanbul; Goethe Institut, Istanbul; Kunststiftung Nordrhein Westfalen; WASP t-shirt ve Apartman Projesi tarafından desteklenmektedir.
Altı Aylık: www.altiaylik.blogspot.com
nüans: www.nuans.de
Apartman Projesi: www.apartmentproject.com
Adrian Lee / Londra; Ahmet Öğüt / İstanbul; Allen Grubesic / Stockholm; Anna Blessmann & Peter Saville / Londra; Aslı Cavuşoğlu / İstanbul; The Centre of Attention / Londra; Claudia Weber / Berlin; Dirk van Lieshout / Rotterdam; Elmar Hermann / Düsseldorf; Elmas Deniz / Istanbul; Esther Kläs / Düsseldorf; Isa Melsheimer / Berlin; Jakob Kolding / Berlin; Jerome Symons / Rotterdam; Katja Stuke ve Oliver Sieber: Böhm Handelszentrum / Düsseldorf; Kim Schönstadt / Los Angeles; Kristina Stoyanova / Düsseldorf; Marjolijn Dijkman / Rotterdam; Maki Umehara / Düsseldorf; Reinaart Vanhoe / Rotterdam; Volkan Aslan / Istanbul.
Üretimde:
Anna Heidenhain / İstanbul
Bliin / Amsterdam
Deniz Gül / İstanbul
Wynn Dan / Paris
Şehrin bittiği yer?
Dün birşey denedim.
Akşam üzeriydi bisikletle şehri dolaşıyordum. Öyle ne enteresan gelirse o tarafa doğru sürdüğüm bir gezi. Arada ilginç bir şey gözüme takılırsa ona göre seçtiğim yollardan oluşan haritanın sadece dönüş yolunda kullanılacağı bir gezi. Arada durup bisikleti kilitleyip (Bu esnada; insanoğluna hırsızlık yaptığı ve bu yüzden anahtar, kilit gibi saçma sapan sıkıntıları kendisine çektirdiği için söylenerek) Dura ilerleye dükkanlara bakınarak... Bir kitapçıya girdim, bir arkadaşim için Danca bir kitap sipariş ettim iki gune gelecek. Kendime de, olaylarin Kopehag'da geçtiği bir kitap aldim Miss Smilla's feeling for Snow, Peter Hoeg. Birkaç dükkanda muhteşem antikalar eski "danish design" unsurlar vardi, herşeye dokundum diyebilirim ama hiçbirşey almadim. Sonra devam ettim yoluma, güzel evler, barlar, kafeler, metro istasyonu, sokak araları, çiçekçiler, sebze satan ortadoğuluların marketleri, azalan trafik genişleyen yollar küçülen evler... Bir süre sonra sosyal konutlarin olduğu mahallelere geldim burası şehrin çekici olan merkezinden uzakta kalan yerler. Binalar daha yakin zamanda inşaa edilmiş. Karşımda bir tane fabrika kocaman beyaz baca bacanın ucunda gri bir şerit var. Evler sıraya dizilmiş. Kutucuklar halinde balkonlari, balkon kapısına bitişik pencereleri olan, dışarıdan bakınca bile 45 metrekare olduğu anlaşılan dairelerin oluşturduğu bina bloklari. Le corbusier in makina dediği şey he he he. Birbirinin aynısı sürekli. Çeşit değişiyor ama mütemadiyen bir aynılık...
Önümde bir yol uzuyor, varış hedefi yok ya gezide hemen icat ettim. Ben şehri bitirmek istedim. Şehir nerede sona eriyor diye böyle bir son var mı diye? Şehrin bittiği yer neresidir?
Sonunda elimdeki haritadan çıktım.
İstanbula otobüsle seyahat ederken hep istanbul başlar birkaç saat seyahat ettikten sonra merkeze veya merkez denilen şeye işte şehir denilen şeye varılır. Bir keresinde de Belçika'da Ghent'de olmuştu; yürüyerek gecenin bir vakti bir yere geldim karanlıktı, ben yürürken genellikle yere bakarım. Kafamı bir kaldırdım, 6 şeritli bir otoban uzanıyordu önümde, "şehir bitti" dedim kendi kendime "geri dön" Galiba şehrin bitmesi fikri bende ordan kalma. Aslında düşününce İzmir'de oturduğum ev de şehrin bitişindeydi. O da bir sosyal konuttu, aynı küçük evden bir sürü -evlerin aynılığı kadar yaşayan kişilerin yaşamlarıda aynıdır bu tür düzenlerde- herneyse, ama orada şehir duvarla bitiyordu. NATO arazisini çevreleyen bir duvarla. Hep çin seddine benzetmişimdir o duvarı...
Kopenhag da acaba şehir nerde bitiyordu daha fazla gidilince. Hedefime doğru, kuzeye doğru sürdüm. Saçma sapan da olsa sevdim bu olayı. Sanki spor yapıyorsun da onu çaktırmadan oyuna çevirip zihinsel bir antremana dönüştürüyorsun. Devam ettim gerçekten bozulmaya başladı herşey, dükanların çeşitliliği gitti, evlerin tuğlaları çirkinleşmeye, badanaları dökülmeye başladı, yollar kötüleşti. Mesela nerede oturuyorsun denilince burada yaşayan insanlar Kopehag diyordu. Buraya gelmeyen kopenag'ı gördüm diyor. Tıpkı istanbulda oturuyorum diyen onca insan gibi. Sonra umulmadık güzellikte evler çıktı karşıma bahçeli, müstakil kapısında bir araba 3 bisiklet parketmiş, daha da ileriye doğru gittim.
Şehir bir gölle bitti. Çadır kampı için bir alan ve sonsuz yeşillikler içinde şehir sona erdi...
Aslında şehirler genellikle sosyal konutlarla bitiyor. Daha göllere gelmeden.

Kopenhag'ın kuzeyinde göller bölgesi denilen kesim.


Not: Dönmek çok zor oldu, insan bir fikrin peşine takılıp bu kadar mı yol gider. Akıllı işi değil, deli yapmaz.
Akşam üzeriydi bisikletle şehri dolaşıyordum. Öyle ne enteresan gelirse o tarafa doğru sürdüğüm bir gezi. Arada ilginç bir şey gözüme takılırsa ona göre seçtiğim yollardan oluşan haritanın sadece dönüş yolunda kullanılacağı bir gezi. Arada durup bisikleti kilitleyip (Bu esnada; insanoğluna hırsızlık yaptığı ve bu yüzden anahtar, kilit gibi saçma sapan sıkıntıları kendisine çektirdiği için söylenerek) Dura ilerleye dükkanlara bakınarak... Bir kitapçıya girdim, bir arkadaşim için Danca bir kitap sipariş ettim iki gune gelecek. Kendime de, olaylarin Kopehag'da geçtiği bir kitap aldim Miss Smilla's feeling for Snow, Peter Hoeg. Birkaç dükkanda muhteşem antikalar eski "danish design" unsurlar vardi, herşeye dokundum diyebilirim ama hiçbirşey almadim. Sonra devam ettim yoluma, güzel evler, barlar, kafeler, metro istasyonu, sokak araları, çiçekçiler, sebze satan ortadoğuluların marketleri, azalan trafik genişleyen yollar küçülen evler... Bir süre sonra sosyal konutlarin olduğu mahallelere geldim burası şehrin çekici olan merkezinden uzakta kalan yerler. Binalar daha yakin zamanda inşaa edilmiş. Karşımda bir tane fabrika kocaman beyaz baca bacanın ucunda gri bir şerit var. Evler sıraya dizilmiş. Kutucuklar halinde balkonlari, balkon kapısına bitişik pencereleri olan, dışarıdan bakınca bile 45 metrekare olduğu anlaşılan dairelerin oluşturduğu bina bloklari. Le corbusier in makina dediği şey he he he. Birbirinin aynısı sürekli. Çeşit değişiyor ama mütemadiyen bir aynılık...
Önümde bir yol uzuyor, varış hedefi yok ya gezide hemen icat ettim. Ben şehri bitirmek istedim. Şehir nerede sona eriyor diye böyle bir son var mı diye? Şehrin bittiği yer neresidir?
Sonunda elimdeki haritadan çıktım.
İstanbula otobüsle seyahat ederken hep istanbul başlar birkaç saat seyahat ettikten sonra merkeze veya merkez denilen şeye işte şehir denilen şeye varılır. Bir keresinde de Belçika'da Ghent'de olmuştu; yürüyerek gecenin bir vakti bir yere geldim karanlıktı, ben yürürken genellikle yere bakarım. Kafamı bir kaldırdım, 6 şeritli bir otoban uzanıyordu önümde, "şehir bitti" dedim kendi kendime "geri dön" Galiba şehrin bitmesi fikri bende ordan kalma. Aslında düşününce İzmir'de oturduğum ev de şehrin bitişindeydi. O da bir sosyal konuttu, aynı küçük evden bir sürü -evlerin aynılığı kadar yaşayan kişilerin yaşamlarıda aynıdır bu tür düzenlerde- herneyse, ama orada şehir duvarla bitiyordu. NATO arazisini çevreleyen bir duvarla. Hep çin seddine benzetmişimdir o duvarı...
Kopenhag da acaba şehir nerde bitiyordu daha fazla gidilince. Hedefime doğru, kuzeye doğru sürdüm. Saçma sapan da olsa sevdim bu olayı. Sanki spor yapıyorsun da onu çaktırmadan oyuna çevirip zihinsel bir antremana dönüştürüyorsun. Devam ettim gerçekten bozulmaya başladı herşey, dükanların çeşitliliği gitti, evlerin tuğlaları çirkinleşmeye, badanaları dökülmeye başladı, yollar kötüleşti. Mesela nerede oturuyorsun denilince burada yaşayan insanlar Kopehag diyordu. Buraya gelmeyen kopenag'ı gördüm diyor. Tıpkı istanbulda oturuyorum diyen onca insan gibi. Sonra umulmadık güzellikte evler çıktı karşıma bahçeli, müstakil kapısında bir araba 3 bisiklet parketmiş, daha da ileriye doğru gittim.
Şehir bir gölle bitti. Çadır kampı için bir alan ve sonsuz yeşillikler içinde şehir sona erdi...
Aslında şehirler genellikle sosyal konutlarla bitiyor. Daha göllere gelmeden.

Kopenhag'ın kuzeyinde göller bölgesi denilen kesim.

Not: Dönmek çok zor oldu, insan bir fikrin peşine takılıp bu kadar mı yol gider. Akıllı işi değil, deli yapmaz.
Tanklove/Jyderup
Evet, doğrusu hayat öyle kolay gitmiyor. Benim de aynı her insanoğlu gibi, bazı işlerim ters gidince herşey ters gidiyor. Bir yetişememe duygusu, bir saçmalık... Diğer yandan da bazı şeyler çok iyi gidiyor...
Bir taraftan da dünya dönüyor yeni pislikler etrafa saçılıyor. Savaşı destekleyen insan yok bu dünyada...
Reddedmeler kategorisinde Vicdani red ilk sırada. Zira benim tanıdığım askere gitmek istemeyen, henüz girtmemiş pek çok insan var. Ama pek azı ben bunu kabul edemem diyerek açıklama cesareti bulmuş. Mehmet Bal. Perihan Mağden'in dediği gibi: o benim kahramanım. Askerliğe ve ilgili her tür meseleye mesafeliyim bu anlamda. Tankları sevmem. İşte nasıl oldu da bir tankın üzerine çıktım ve bir sigara içtim. Onu anlatayım; o sırada çevredekileri güldürmekle meşguldum gerçi " siz hiç bir tankın üzerinde sigara içtiniz mi?" ben içtim!

Bu tankın tepesindeki benim, Jyderup yerel gazetesi.
Sanatın dönüştürücü gücü bu olsa gerek, tank bile sevimli hale gelebiliyor tüm gün yanında kalınırsa. Bir sanatçıya söylemek istediklerini söylemeye izin vermek için ordaysa, bir performans olarak oradaki halka şehirlerine tank giren diğer insanların hislerini düşünmek için sebep verirse... İşte tank tam da kendi kendisini imha etmek için ordaysa... Neden olmasın, tank sevilesi hale gelebiliyor.
Köken Ergun, yeni çalışması olan Tanklove projesinde hem fasülye görevleri üstlenmek ve böylece destek olmak üzere ordaydım. Tabi ki en başından projeyi duyduğumda elim ayağıma dolaştı heyecandan. Ben ki sokakta tankları askerleri olan şehirlere gitmişliği olan bir kimseyim, tankların belediye otobüsleri kadar alışıldık olduğu şehirler bunlar... Yıpratıcı ezici. Askerin askerliğin ve savaş halinin getirisi olan her şeyin günlük hayatın sıkı parçası olduğu yerler... İşte Köken Danimarkanın Jyderup kasabasına bu tankı getireceğini duyduğumda çok heyecanlandım. Bir sabah köyünüze o müthiş avrupalı -savaşan ama savaşta olduğu akılara gelmeyen- ülkenin sakinlerinin hissettiği o küçük panik- şaşırma ve düşünme zinciri...
Biraz farklı belki ama bu durum bana Don De Lillo'nun Beyaz Gürültü' sündeki profesörü hatırlattı. Bu adam amerikada tabi ki, evinin yakınlarında bir patlama oluyor ve önce inanmıyor. Diyor ki," böyle şeyler üçüncü dünyada olur, burada olmaz, benim gibi bir profesörün başına gelmez" . Bir kuzey kasabasına tankın görülmesi ihtimali de orda savaşa ilişkin izler bulmak da zor. Köken'in çok perspektifli ama dolaysız söz söyleme kabiliyeti su götürmez bu anlamda.
Askerin Türkiyenin kuruluşundan beri ülkeyi sürüklediği hal rejimin kitlenmesi ve uyguladığı baskı akıl almaz. Sincan'da bir sabah olanlardan tankların askeri gücü sergilemek amacıyla şehre çıktığı gün Köken'i bu işi yapmaya itmiş.
Köken, inanılmaz bir titizlikle tüm filmi yönetti. Çok başarılı bir ekip vardı yanında -söylemezsem olmaz,- tek bir aptalın bile yeralmadığı inanılmaz çalışkan ve işini seven bir ekip. Tüm motivasyonu iyi işler yapmak olan insanlar, kameramanlar, sesçi, fasulyeden ben, Behind the scenes namı diyar kamera arkası çekimleri için bu küçük kasabadaydım. Sağolsun Köken ufak bir rol de verdi bana, biraz da oyadım. Köken inanılmaz bir iş çıkartacak. Handırıd pörsent şur yani.
Daha fazla yazmayacağım, zira yazacaklarımı post produksiyon sonrasına saklıyorum.
Bir taraftan da dünya dönüyor yeni pislikler etrafa saçılıyor. Savaşı destekleyen insan yok bu dünyada...
Reddedmeler kategorisinde Vicdani red ilk sırada. Zira benim tanıdığım askere gitmek istemeyen, henüz girtmemiş pek çok insan var. Ama pek azı ben bunu kabul edemem diyerek açıklama cesareti bulmuş. Mehmet Bal. Perihan Mağden'in dediği gibi: o benim kahramanım. Askerliğe ve ilgili her tür meseleye mesafeliyim bu anlamda. Tankları sevmem. İşte nasıl oldu da bir tankın üzerine çıktım ve bir sigara içtim. Onu anlatayım; o sırada çevredekileri güldürmekle meşguldum gerçi " siz hiç bir tankın üzerinde sigara içtiniz mi?" ben içtim!

Bu tankın tepesindeki benim, Jyderup yerel gazetesi.
Sanatın dönüştürücü gücü bu olsa gerek, tank bile sevimli hale gelebiliyor tüm gün yanında kalınırsa. Bir sanatçıya söylemek istediklerini söylemeye izin vermek için ordaysa, bir performans olarak oradaki halka şehirlerine tank giren diğer insanların hislerini düşünmek için sebep verirse... İşte tank tam da kendi kendisini imha etmek için ordaysa... Neden olmasın, tank sevilesi hale gelebiliyor.
Köken Ergun, yeni çalışması olan Tanklove projesinde hem fasülye görevleri üstlenmek ve böylece destek olmak üzere ordaydım. Tabi ki en başından projeyi duyduğumda elim ayağıma dolaştı heyecandan. Ben ki sokakta tankları askerleri olan şehirlere gitmişliği olan bir kimseyim, tankların belediye otobüsleri kadar alışıldık olduğu şehirler bunlar... Yıpratıcı ezici. Askerin askerliğin ve savaş halinin getirisi olan her şeyin günlük hayatın sıkı parçası olduğu yerler... İşte Köken Danimarkanın Jyderup kasabasına bu tankı getireceğini duyduğumda çok heyecanlandım. Bir sabah köyünüze o müthiş avrupalı -savaşan ama savaşta olduğu akılara gelmeyen- ülkenin sakinlerinin hissettiği o küçük panik- şaşırma ve düşünme zinciri...
Biraz farklı belki ama bu durum bana Don De Lillo'nun Beyaz Gürültü' sündeki profesörü hatırlattı. Bu adam amerikada tabi ki, evinin yakınlarında bir patlama oluyor ve önce inanmıyor. Diyor ki," böyle şeyler üçüncü dünyada olur, burada olmaz, benim gibi bir profesörün başına gelmez" . Bir kuzey kasabasına tankın görülmesi ihtimali de orda savaşa ilişkin izler bulmak da zor. Köken'in çok perspektifli ama dolaysız söz söyleme kabiliyeti su götürmez bu anlamda.
Askerin Türkiyenin kuruluşundan beri ülkeyi sürüklediği hal rejimin kitlenmesi ve uyguladığı baskı akıl almaz. Sincan'da bir sabah olanlardan tankların askeri gücü sergilemek amacıyla şehre çıktığı gün Köken'i bu işi yapmaya itmiş.
Köken, inanılmaz bir titizlikle tüm filmi yönetti. Çok başarılı bir ekip vardı yanında -söylemezsem olmaz,- tek bir aptalın bile yeralmadığı inanılmaz çalışkan ve işini seven bir ekip. Tüm motivasyonu iyi işler yapmak olan insanlar, kameramanlar, sesçi, fasulyeden ben, Behind the scenes namı diyar kamera arkası çekimleri için bu küçük kasabadaydım. Sağolsun Köken ufak bir rol de verdi bana, biraz da oyadım. Köken inanılmaz bir iş çıkartacak. Handırıd pörsent şur yani.
Daha fazla yazmayacağım, zira yazacaklarımı post produksiyon sonrasına saklıyorum.
"We're the ones the others do not want to play with"
Birkaç gün önce, olağan işlerimi yapma çabalarım arasında sokaktan gelen seslere kulak verdim. Mezuniyet dönemi olduğu için hemen hemen her gün gençler kiraladıkları arabaların içinde içip içip taşkınlık yapıyordu, ama tuhaf olan birisinin ısrarla megafondan şiir okumasıydı. Dili bilmediğim için bana öyle gelmiş...Sokakta eylem vardı hem de ikamet ettiğim binanın çok yakınında.

Yıkılan bina. Bannerde şunlar yazıyor: Bazı şeyler uğruna savaşmaya değer-
Alternatif kültürün mekanı olan; Sitüastyonistler ve özellikle fransa, italya dolaylarındaki işçi hareketlerinin etkisindeki grupların işgal ettiği, feminist ve işçi hareketlerinin de danimarka da köklendiği yer olan ungdomhuset -youthhouse mart 2007 de olaylı bir biçimde yıkılmıştı. Bu bina aktivistlerin barındığı, her türlü sanat gösterilen, çeşitli buluşmaların yapıldığı bir mekan olarak işliyordu. İşte bu yıkılan ungdomhuset Jagtvej 69 numarada bense 101'de. Hemen çıktım tabii dışarıya. Yürüyüşe katıldım. 2007 de binanın yıkılmasından sonra binada etkinlik gösteren punk çoğunluk unutmama kararlılığıyla haftalık eylemlerde bulunuyor. Şimdiye kadar tutuklanan kişi sayısı 950 olan bu eylemeler dizisinde 140'ının yabancı olduğunu bilseydim pasaportsuz çıkmazdım sokağa... Herneyse, bu insanları oldukları gibi taşıma ihtimali olsa hepsini istanbula getirsem ve istiklalde yürüsek istedim. Herhangi bir şeye karşı olunmasına gerek yok eğer sadece istiklal'de yürürlerse mesaj giderdi hem de doğruca. Sokak işe yarıyor.
"We're the ones the others do not want to play with". Diğerlerinin birlikte oynamak istemedikleriyiz. Kim Larsen'in şarkı sözlerinden alındığı anlaşıan bu grafitti ("we're the ones the others are not allowed to play with" bunlar orijinal sözler oluyor) uzun süre evinyıkıldığı yerde kalmış.
Bu çocuklar gerçekten de İstenmeyenler. Uzunca bir yol yüründü, çok güzel müzik yapan bir araba eşliğinde elde biralar yer yer slogan atan bir kalabalık. İstenmeyenler arasında olduğunu biliyordun yürürken bu duygu inanılmaz tuhaf bir duygu. Etraftan sağlıklı kopenaklı gençler geçiyor, kafasını iki yana sallayan insanlar cık-cık-cık, sonra yürüyen kalabalığa bakıyorsun, tercihlerindeki ısrar daha da okunur hale geliyor. Belediyenin önüne varıldığında polis ile biriki dalaşıldı, polis daha fazla yaklaşmasınlar diye merdiveni tuttu. Grup serildi meydana turistlerin ilgili bakışları. Elinde kamerayla gençleri görüntülüyordu bir başka polis.
500kadar, taş fırlatan, cehennemden gelme anarşist ve otonom ile birlikte satılık ev!
Bu bir dönem, bina elden çıkartılmaya çalışıldığında duvara asılan satılık ilanı.
Oyun Dürtüsü kitabını yeni bitirdim. Bu kitabın baş kahramanları 14-15 yaşlarında kendi arkadaşları arasında dışlanan akıllı son derece bilinçli, retoriğe hakim ama bulundukları çağın ruhunu sindirmiş çocuklar. Juli Zeh'in inanılmaz dil kullanımı, akıcılığı ve işlemez hale gelmiş olan sistemin çelişkilerini bu gençlerin inançsızlıklarıyla bağlaması muhteşem. Kitaba dair aklımdaki herşeyi yürüyüşte gördüğüm çocuklara bağlayıverdi beni. Zeh sayesinde aklımda ne varsa yerleşmiş düşünce hepsini yeniden gözden geçirdim acaba ben neye saplanıp kalmış olabilirim diye? Çünki her kuşak bir şeye saplanıp kalıyordu sonuçta...
Bu eylemde beni etkileyen yaş grubuydu. Yaşaları 10-17 arası değişen büyük bir gruptan bahsediyorum. İlginç olan çok yaşlılar ve çok gençlerin bir kombinasyonu olmasıydu ve sanki arası yoktu, kayıptı...Yaşlı insanlar ve torunları. Zeh diyordu, "bizler nihilistlerin torunlarının çocuklarıyız." Galiba dünya üzerinde ciddi bir sol varolacaksa bu onlar arasından çıkacak. Yaşları şu an 10-15 olan akıllı insanlar. Nelerin onları zehirlediğini gören, ama inançsızlıklarını bilen, cool çocuklar.
İşte bu eylemdeki çocuklar; toplum ahlakına ters ne varsa yaparak, kamusal alanda kendilerini görünür kılarak - giyim tarzları ve davranış olarak-, zaman zaman yolları kapatarak, sokakta sarhoş gezerek ve aktivizmin bin türlüsünü yaparak varoluyorlar. Bu çocuklar bilerek ve isteyerek kendilerini sistemin dışına itiyor burdan da onlara öğretilmek-baskılanmak istenen ne varsa tersini kusuyorlar, otoritenin çökmesi ve düzensizlik yaratmak için stratejiler tartışıyorlar. Bu gençlik gerçekten aptallığın karşısında direnen bir grup, kafa tutan çok genç insanlar. İstenmeyenler. Kendilerine bağımsızlık verilmesini beklemeden bunu yaratıyorlar.
Overgaden'de bir açılışa gittim bir gün sonra çok travmatikti ve biraz da benim şanssızlığım tabi. Golden Enterprize isimli bir grup sanatçının sergisinde, bir sanatçının bir cam küre içinde sergilediği videosu çok ünlü olmak isteyen sanatçının kendisini böyle art forum, art in america gibi dergilerin kapaklarına koyduğu, ismini yazan panlkartların gugenhaim, bilboa duvarlarından sallandırdığı bir iş -vardı. Sanat nasıl da kendi içine kapanmış, sanatçının ünlü olma isteğinin sanatın esas konusu olduğu bir video da izleyince nasıl da heyecansız geldi. Zaten nicedir eğilimliyim bu aptal durumun sıkıcılığını tahlile. Gelen kalabalık da her zamanki gibi sanat profesyonelleri, sanatçılar, küratörlerden oluşan kapalı bir çevreydi. Tanıştığım birkaç sanatçıya bu evle ilgili olayları sordum. Polisin dedim ne kadar baskıcı olabildiğini görmek için yeterli olan biten, inanılmaz yorumlar aldım, sözde bu çocuklar düzgün giyinirlerse bir sorun çıkmazmış, polis tipe bakıp karar veriyormuş, mesela eylemin aynısını kendisi yapsa polis dokunmazmış ona. Öylece kalakaldım. Bana da kirli birşey ellemişim gibi bakanlar oldu, tuhaf yüz ifadesiyle, onlarla yürüdüm diye.
Eminim, 11 yaşında siyah dar pantolon giymiş saçları biçilmiş özenle dikeltilmiş sokakta sıkı grafitiler boyayan sevimli bir çocuk bu yetişkinlerden daha fazla soruyor, sistemleri tanıyor ve içinde boğulup gitmeyecek cesareti buluyor.
Kıyafetinizi de sikeyim, sizi de sikeyim gibi bir tarz işte. Net ve dürüst.
Juli Zeh karakteri olan Ada'ın azından:
" ...Sadece birkaç saatlik uçuş mesafesinde dünyalar yanıp kül olurken, kuraklıktan kırılırken boğulurken, havaya uçarken, kan gölü içinde ölüp giderken ceza tehditiyle bizi bisikletlerimize far takmaya, sigara içmek için 16 yaşımızı beklemeye ve arabalarımızı, iki euro karşılığında yere güzelce çizilmiş kutucuklara park etmeye zorlayan banal ve kılı kırk yaran nizamnamelerden bıktık. Biz artık devlete uymuyoruz, biz sistemin önüne geçtik; kimi nesillerle aynı kaderi paylaşarak, geçmiş nesillerin düşünceleri ve arzuları tarafından çizginin ötesine itildik ve şimdi kafamızı sallayarak dışarıda duruyoruz..."
2007'deki olaylar.
Juli Zeh, Oyun Dürtüsü, Metis

Yıkılan bina. Bannerde şunlar yazıyor: Bazı şeyler uğruna savaşmaya değer-
Alternatif kültürün mekanı olan; Sitüastyonistler ve özellikle fransa, italya dolaylarındaki işçi hareketlerinin etkisindeki grupların işgal ettiği, feminist ve işçi hareketlerinin de danimarka da köklendiği yer olan ungdomhuset -youthhouse mart 2007 de olaylı bir biçimde yıkılmıştı. Bu bina aktivistlerin barındığı, her türlü sanat gösterilen, çeşitli buluşmaların yapıldığı bir mekan olarak işliyordu. İşte bu yıkılan ungdomhuset Jagtvej 69 numarada bense 101'de. Hemen çıktım tabii dışarıya. Yürüyüşe katıldım. 2007 de binanın yıkılmasından sonra binada etkinlik gösteren punk çoğunluk unutmama kararlılığıyla haftalık eylemlerde bulunuyor. Şimdiye kadar tutuklanan kişi sayısı 950 olan bu eylemeler dizisinde 140'ının yabancı olduğunu bilseydim pasaportsuz çıkmazdım sokağa... Herneyse, bu insanları oldukları gibi taşıma ihtimali olsa hepsini istanbula getirsem ve istiklalde yürüsek istedim. Herhangi bir şeye karşı olunmasına gerek yok eğer sadece istiklal'de yürürlerse mesaj giderdi hem de doğruca. Sokak işe yarıyor.
"We're the ones the others do not want to play with". Diğerlerinin birlikte oynamak istemedikleriyiz. Kim Larsen'in şarkı sözlerinden alındığı anlaşıan bu grafitti ("we're the ones the others are not allowed to play with" bunlar orijinal sözler oluyor) uzun süre evinyıkıldığı yerde kalmış.
Bu çocuklar gerçekten de İstenmeyenler. Uzunca bir yol yüründü, çok güzel müzik yapan bir araba eşliğinde elde biralar yer yer slogan atan bir kalabalık. İstenmeyenler arasında olduğunu biliyordun yürürken bu duygu inanılmaz tuhaf bir duygu. Etraftan sağlıklı kopenaklı gençler geçiyor, kafasını iki yana sallayan insanlar cık-cık-cık, sonra yürüyen kalabalığa bakıyorsun, tercihlerindeki ısrar daha da okunur hale geliyor. Belediyenin önüne varıldığında polis ile biriki dalaşıldı, polis daha fazla yaklaşmasınlar diye merdiveni tuttu. Grup serildi meydana turistlerin ilgili bakışları. Elinde kamerayla gençleri görüntülüyordu bir başka polis.
500kadar, taş fırlatan, cehennemden gelme anarşist ve otonom ile birlikte satılık ev!
Bu bir dönem, bina elden çıkartılmaya çalışıldığında duvara asılan satılık ilanı.
Oyun Dürtüsü kitabını yeni bitirdim. Bu kitabın baş kahramanları 14-15 yaşlarında kendi arkadaşları arasında dışlanan akıllı son derece bilinçli, retoriğe hakim ama bulundukları çağın ruhunu sindirmiş çocuklar. Juli Zeh'in inanılmaz dil kullanımı, akıcılığı ve işlemez hale gelmiş olan sistemin çelişkilerini bu gençlerin inançsızlıklarıyla bağlaması muhteşem. Kitaba dair aklımdaki herşeyi yürüyüşte gördüğüm çocuklara bağlayıverdi beni. Zeh sayesinde aklımda ne varsa yerleşmiş düşünce hepsini yeniden gözden geçirdim acaba ben neye saplanıp kalmış olabilirim diye? Çünki her kuşak bir şeye saplanıp kalıyordu sonuçta...
Bu eylemde beni etkileyen yaş grubuydu. Yaşaları 10-17 arası değişen büyük bir gruptan bahsediyorum. İlginç olan çok yaşlılar ve çok gençlerin bir kombinasyonu olmasıydu ve sanki arası yoktu, kayıptı...Yaşlı insanlar ve torunları. Zeh diyordu, "bizler nihilistlerin torunlarının çocuklarıyız." Galiba dünya üzerinde ciddi bir sol varolacaksa bu onlar arasından çıkacak. Yaşları şu an 10-15 olan akıllı insanlar. Nelerin onları zehirlediğini gören, ama inançsızlıklarını bilen, cool çocuklar.
İşte bu eylemdeki çocuklar; toplum ahlakına ters ne varsa yaparak, kamusal alanda kendilerini görünür kılarak - giyim tarzları ve davranış olarak-, zaman zaman yolları kapatarak, sokakta sarhoş gezerek ve aktivizmin bin türlüsünü yaparak varoluyorlar. Bu çocuklar bilerek ve isteyerek kendilerini sistemin dışına itiyor burdan da onlara öğretilmek-baskılanmak istenen ne varsa tersini kusuyorlar, otoritenin çökmesi ve düzensizlik yaratmak için stratejiler tartışıyorlar. Bu gençlik gerçekten aptallığın karşısında direnen bir grup, kafa tutan çok genç insanlar. İstenmeyenler. Kendilerine bağımsızlık verilmesini beklemeden bunu yaratıyorlar.
Overgaden'de bir açılışa gittim bir gün sonra çok travmatikti ve biraz da benim şanssızlığım tabi. Golden Enterprize isimli bir grup sanatçının sergisinde, bir sanatçının bir cam küre içinde sergilediği videosu çok ünlü olmak isteyen sanatçının kendisini böyle art forum, art in america gibi dergilerin kapaklarına koyduğu, ismini yazan panlkartların gugenhaim, bilboa duvarlarından sallandırdığı bir iş -vardı. Sanat nasıl da kendi içine kapanmış, sanatçının ünlü olma isteğinin sanatın esas konusu olduğu bir video da izleyince nasıl da heyecansız geldi. Zaten nicedir eğilimliyim bu aptal durumun sıkıcılığını tahlile. Gelen kalabalık da her zamanki gibi sanat profesyonelleri, sanatçılar, küratörlerden oluşan kapalı bir çevreydi. Tanıştığım birkaç sanatçıya bu evle ilgili olayları sordum. Polisin dedim ne kadar baskıcı olabildiğini görmek için yeterli olan biten, inanılmaz yorumlar aldım, sözde bu çocuklar düzgün giyinirlerse bir sorun çıkmazmış, polis tipe bakıp karar veriyormuş, mesela eylemin aynısını kendisi yapsa polis dokunmazmış ona. Öylece kalakaldım. Bana da kirli birşey ellemişim gibi bakanlar oldu, tuhaf yüz ifadesiyle, onlarla yürüdüm diye.
Eminim, 11 yaşında siyah dar pantolon giymiş saçları biçilmiş özenle dikeltilmiş sokakta sıkı grafitiler boyayan sevimli bir çocuk bu yetişkinlerden daha fazla soruyor, sistemleri tanıyor ve içinde boğulup gitmeyecek cesareti buluyor.
Kıyafetinizi de sikeyim, sizi de sikeyim gibi bir tarz işte. Net ve dürüst.
Juli Zeh karakteri olan Ada'ın azından:
" ...Sadece birkaç saatlik uçuş mesafesinde dünyalar yanıp kül olurken, kuraklıktan kırılırken boğulurken, havaya uçarken, kan gölü içinde ölüp giderken ceza tehditiyle bizi bisikletlerimize far takmaya, sigara içmek için 16 yaşımızı beklemeye ve arabalarımızı, iki euro karşılığında yere güzelce çizilmiş kutucuklara park etmeye zorlayan banal ve kılı kırk yaran nizamnamelerden bıktık. Biz artık devlete uymuyoruz, biz sistemin önüne geçtik; kimi nesillerle aynı kaderi paylaşarak, geçmiş nesillerin düşünceleri ve arzuları tarafından çizginin ötesine itildik ve şimdi kafamızı sallayarak dışarıda duruyoruz..."
2007'deki olaylar.
Juli Zeh, Oyun Dürtüsü, Metis
98 kişi

Burda kopenhag 'da bir arkadaşımla buluştum bir kafede, maç saatiydi.
Yol boyunca bayrakli uniformalı türkiye taraftarları vardı, bayraktan kurtulunamıyordu. İnsan isterse cinsiyetini bile değiştirebiliyordu ama ulusunu pek değiştiremiyordu. Evet boşverilirse başarılmış gibi oluyordu, umursanmaz ise mesela ama kendi ülkenin denetimini yapmazsan ülken de bir canavara dönüşüyordu. Bu nedenle ülkeyi sahiplenmemek ülkenin hatalarını da olumlamak oluyor du ki, sorumlu hissediyorum iste. İşte bisikletimle evden çıkıp istegade deki kafetye ulaşana kadar bunları düşündüm.
Arkadaşım İsrailde yaşayan araplar hakkında bir belgesel yapıyor Jaffa dan yeni dönmüş. Daha çok zorluklar yaşayan arap genç kızlar hakkında. Bana neden en akıllı, heyecanlı ve ekonomik olarak daha iyi durumda olanları tercih ettiğini anlatıyordu. Mutenalaştırmanın işe karıştığından.
Bayrak hakkında konuştuk bir süre. Bayrak dedi benim için çocuksudur, danimarkada biz ne bileyim doğumgünü pastası süsleriz bayrakla. 20 kadar kişi arkamızda bağıra çağıra maçı izledi Kopenaklılar Türkiye'yi destekliyordu. Almanları sevmediklerindenmiş bir de efendim çok sayıda Türk varmış kopenhagda.
Gece biryerlerde dans ettik, orda tanıştığım birisi bana nereden geldiğimi sordu, Türkiye dedim. Ne yaptığımı sordu. Sanatçı misafir programı ile 2 ay buradayım dedim. Bitince tekmeyi koyup geri gonderecekler yani dedi.
Nedense kızmadım.
Gazeteleri okudum sırayla sonra bu bir arkadasimdan geldi. imaj.
Ama benim aklımda, elime bir kitap tutuşturan akıllı bir adam ve çingeneler var.
Achebe, Orwell, demokrasi, hipokrasi ortaya karışık
"Dil ciddi bir şekilde etkilendiğinde, gerçekle bağlantısı koptuğunda... işte o zaman korkunç şeyler insanlığın üzerine çöker." diyor Nijeryalı bir romancı olan Chinua Achebe.
Bağlamı farklı olsa da, söyledikleri oldukça önemli, yaşadığımız dünyanın boktan bu gününü kavramak için.
Senin için konuşan birilerine güvenmek tehlikelidir, ancak kendi sesinle konuştuğunda mesajının doğru bir şekilde iletildiğine inanabilirsin.
Kişisel blogging in önemine giriş-1
Temsili demokrasiden çıkış -1
Temel Mantık 2
Böylesi daha güzel- roman
...
Guardian gazetesinin geçtiğimiz haftalarda bir haftasonu ekinde David Raciman'ın güzel bir metin vardı. Hipokrasi üzerine, tehlikeli türleri vs.vs. Bu makale -istanbul'da yaşayan insanlara karşı son derece agresif ama insanlığa karşı son derece duyarlı bir arkadaşımla- "dildeki sapma, bozulma ve aptallığın karşısında geçersiz kalan mantıklı savunmadan" ve " total corruption" hissinden yakınırken mevzu oldu. Demokrasi veya özgürlükler konusunda her tür argüman mantıksız-aptal-kurnaz tarafından geçersizleşebilir. Bazı iyi argümaların değer taşımadığından yakınıyordum, tedavülden kalkmış para kadar değer yitimine uğrayan iyi düşüncelerden, muhatapsızlığından. Aramızda yaş farkı çok olduğundan farklı kuşaklara ilişkin genellemeler yapmaya da baylıyoruz aslında. Ben diyorum ki genç kuşak fazla araştırmıyor ama bilgisayarı interneti var diye kendine güvenli. Deneyimlemeden öğrendim sanan insanlarız işte... Komik aslında genelleme sevmiyoruz ya neyse...
İşte bu makale, her zaman politikacılarda görmeye istekli olduğumuz "politik açıklığın, samimiyetin" gerçekten iyi bir şey olup olmadığı sorusu üzerineydi. Orwell' in 1941 de yazdığı bir makale üzerinden ilginç noktalara varıyor ilerledikçe yazı.
Ben hep sorunların "hipokrasi" nedeniyle oluştuğunu düşünmüştüm. (Hatta bunun üzerine bir enstelasyon bile yaptım geçen yıl: Seni aptal neden anarşist kılığına girmiyorsun! başlığıyla) Demokrasi için çırpınıyormuş gibi gözüksem de Orwell ile aynı kanaatteyim:
Demokrasi maskaralıktır.( meğer ben de hipokrasiden halliceymişim)
"Demokrasi diktatörlük kelimesinin kibar versiyonudur"
Hipokrasinin bir biçimde "demokrasi" kurumunu insanların zarar görmeyeceği belli bir seviyede tutmak için işlev gördüğünü düşünememiştim. Böylece "aptallık" ve "aptalın hipokrasisi" gibi kavramları hemen bu eski hipokrasi suçlamalarım için kafamda biçimlendirdim. Hele yaralı olabilen bir hipokrasi hiç tahayyül etmemiştim.
Orwell: " İngiliz halkı diktatörlükle, kılıçla yönetilir. Ama bu kılıç kınından hiçbirzaman çıkarılmaz. "
Faşist ve totaliter sistemler ise açıklık ve samimi fikirler üzerine kurulmuştur, hatta bu faşist iktidarların ayırıcı özelliğidir. Kılıç kınından çıkmış, postal insanların kafasına inmiştir.
Makaleden çıkarttığım notlar bunlar.
Bahsi gecen ingiliz demokrasisi elbette. Gelelim topraklarımıza...
Demek ki arızalı bir "demokrasi kurumu" var ve biz bu arızadan kendimize de edinmek istiyoruz. Varsın hipokratik olsun ama bize de diktatörlüğün kibar versiyonu gelsin.
Pardon.
Merci.
gibi mesela.
Son zamanlarda orwell adını sık anar olduğumuz bu yere.
olmadı ben kendi sesimden konuşacağım.
Bir Dinleyen bulunur.
Makale için:
Bağlamı farklı olsa da, söyledikleri oldukça önemli, yaşadığımız dünyanın boktan bu gününü kavramak için.
Senin için konuşan birilerine güvenmek tehlikelidir, ancak kendi sesinle konuştuğunda mesajının doğru bir şekilde iletildiğine inanabilirsin.
Kişisel blogging in önemine giriş-1
Temsili demokrasiden çıkış -1
Temel Mantık 2
Böylesi daha güzel- roman
...
Guardian gazetesinin geçtiğimiz haftalarda bir haftasonu ekinde David Raciman'ın güzel bir metin vardı. Hipokrasi üzerine, tehlikeli türleri vs.vs. Bu makale -istanbul'da yaşayan insanlara karşı son derece agresif ama insanlığa karşı son derece duyarlı bir arkadaşımla- "dildeki sapma, bozulma ve aptallığın karşısında geçersiz kalan mantıklı savunmadan" ve " total corruption" hissinden yakınırken mevzu oldu. Demokrasi veya özgürlükler konusunda her tür argüman mantıksız-aptal-kurnaz tarafından geçersizleşebilir. Bazı iyi argümaların değer taşımadığından yakınıyordum, tedavülden kalkmış para kadar değer yitimine uğrayan iyi düşüncelerden, muhatapsızlığından. Aramızda yaş farkı çok olduğundan farklı kuşaklara ilişkin genellemeler yapmaya da baylıyoruz aslında. Ben diyorum ki genç kuşak fazla araştırmıyor ama bilgisayarı interneti var diye kendine güvenli. Deneyimlemeden öğrendim sanan insanlarız işte... Komik aslında genelleme sevmiyoruz ya neyse...
İşte bu makale, her zaman politikacılarda görmeye istekli olduğumuz "politik açıklığın, samimiyetin" gerçekten iyi bir şey olup olmadığı sorusu üzerineydi. Orwell' in 1941 de yazdığı bir makale üzerinden ilginç noktalara varıyor ilerledikçe yazı.
Ben hep sorunların "hipokrasi" nedeniyle oluştuğunu düşünmüştüm. (Hatta bunun üzerine bir enstelasyon bile yaptım geçen yıl: Seni aptal neden anarşist kılığına girmiyorsun! başlığıyla) Demokrasi için çırpınıyormuş gibi gözüksem de Orwell ile aynı kanaatteyim:
Demokrasi maskaralıktır.( meğer ben de hipokrasiden halliceymişim)
"Demokrasi diktatörlük kelimesinin kibar versiyonudur"
Hipokrasinin bir biçimde "demokrasi" kurumunu insanların zarar görmeyeceği belli bir seviyede tutmak için işlev gördüğünü düşünememiştim. Böylece "aptallık" ve "aptalın hipokrasisi" gibi kavramları hemen bu eski hipokrasi suçlamalarım için kafamda biçimlendirdim. Hele yaralı olabilen bir hipokrasi hiç tahayyül etmemiştim.
Orwell: " İngiliz halkı diktatörlükle, kılıçla yönetilir. Ama bu kılıç kınından hiçbirzaman çıkarılmaz. "
Faşist ve totaliter sistemler ise açıklık ve samimi fikirler üzerine kurulmuştur, hatta bu faşist iktidarların ayırıcı özelliğidir. Kılıç kınından çıkmış, postal insanların kafasına inmiştir.
Makaleden çıkarttığım notlar bunlar.
Bahsi gecen ingiliz demokrasisi elbette. Gelelim topraklarımıza...
Demek ki arızalı bir "demokrasi kurumu" var ve biz bu arızadan kendimize de edinmek istiyoruz. Varsın hipokratik olsun ama bize de diktatörlüğün kibar versiyonu gelsin.
Pardon.
Merci.
gibi mesela.
Son zamanlarda orwell adını sık anar olduğumuz bu yere.
olmadı ben kendi sesimden konuşacağım.
Bir Dinleyen bulunur.
Makale için:
http://books.guardian.co.uk/departments/politicsphilosophyandsociety/story/0,,2280693,00.html
Lambda için ne yaptık
Başka bir dünya mümkün! Eşcinseller susmayacak! Örgütlenme hakkımız engelenemez! Baskı şiddet ahlaksa biz ahlaksızız! sloganlarıyla İstiklal caddesinde radikal kocaman bir kalabalık olduk ve yürüdük 7 haziranda. Taksim meydanından Tomtom'a kadar. Örgütlenme özgürlüğü elinden alınmak istenen insanlar ve türkiyede eşcinsellerin hakları konusunda çalışan LAMBDA derneği için ve kendimiz için oradaydık.
Lambda'nın kapatılması ve ayrımcılığın devlet kanalıyla yapılması düpedüz insanların toplanma ve örgütlenme haklarının gaspı demek. "Turkish democratic republic" kocaman bir yalan oldu son dönemdeki uygulamalarıyla. Benim tabi şüphelerim var bu tarlabaşındaki travestilerin yoğun olduğu yerlerin mütenalaşmasında başa bela olmasın diye miydi kapatmanın şu zamanda gündeme gelmesi durumu. Belki.
Lambda faaliyetleri yeterli veya değil toplumsal yaşantı içinde eşcinsellere gösterilen olumsuz yaklaşımları aşmaya yarayan değerli bir araç.
Sivil toplum örgütlerinin daha organize olup birbirlerine destek vermesini görmeyi çok istedim bu yürüyüşte. Çünki sevgili arkadaşımla buluşup gittik bu eyleme,iki kafadar. Konuştuğumuz şu oldu sloganlar alkışlarımız izin verdikçe. Anarşist gruplar nerdeydi? Diğer sivil toplumcular neredeydi? Yazarlar? Gözlerimiz bunları aradı.
Böyle bir dava sözkonusu olduğunda bal gibi birçok insanı ilgilendiriyor. Sendikaları, örgütlenmiş kitleleri... Lambda ve lambda'ya gösterilecek destek çok önemli zira bir hatanın analizine imkan veren, bu topraklardaki ayrımcılık çeşitlerine, solun da, açık düşünebilmenin de kökenine yönelik sorgulamaları tetikleyecek bir içeriği var. Zira seksist, homofobik ve böylelikle ayrımcı ve faşist karakterli sol bu toprağa ait mesela. Özgürlükler ve haklar konusundaki dar görüşlülüğün, özgürlüğün ne'liğine ilişkin sorgulamanın da arazlarını gösteriyor.
Herşeye rağmen etkili ve sıkı bir kalabalık vardı. Öğrendiğime göre istanbul'daki ilk eşcinsel pride 16 kişinin katılımıyla olmuş. Kalabalıkların sayısını tahminde kötüyüm ama bu eşcinsellerin gerçekleştirdiği eylemlerin en büyüğü bu oldu. Basının TV'nin ilgisini bilemiyorum TV izlemediğimden.
Yürürken, travestilere şiddeti adet edinmiş, evinden çok uzakta çaresiz siyah bir adamı bir karakolda öldürüp kimliği yoktu diye açıklama yapan, 1 mayısta bir hastahaneye biber gazı atan- polis yoktu pek, ceplerinde susmayan bili bili bip telsizleriyle ayırdedilen kıyafetsiz birkaç polis vardı.
Kamusal alanda özgürlükler sorunu türban meselesinde olduğu gibi eşcinseller için de devlet engeline takıldığını izliyoruz.
Devletin bu antidemokratikleşme ısrarının gerekçesi nedir ki?
Hayır ne olacak yani?
Amaç ne?
Lambda'nın kapatılması ve ayrımcılığın devlet kanalıyla yapılması düpedüz insanların toplanma ve örgütlenme haklarının gaspı demek. "Turkish democratic republic" kocaman bir yalan oldu son dönemdeki uygulamalarıyla. Benim tabi şüphelerim var bu tarlabaşındaki travestilerin yoğun olduğu yerlerin mütenalaşmasında başa bela olmasın diye miydi kapatmanın şu zamanda gündeme gelmesi durumu. Belki.
Lambda faaliyetleri yeterli veya değil toplumsal yaşantı içinde eşcinsellere gösterilen olumsuz yaklaşımları aşmaya yarayan değerli bir araç.
Sivil toplum örgütlerinin daha organize olup birbirlerine destek vermesini görmeyi çok istedim bu yürüyüşte. Çünki sevgili arkadaşımla buluşup gittik bu eyleme,iki kafadar. Konuştuğumuz şu oldu sloganlar alkışlarımız izin verdikçe. Anarşist gruplar nerdeydi? Diğer sivil toplumcular neredeydi? Yazarlar? Gözlerimiz bunları aradı.
Böyle bir dava sözkonusu olduğunda bal gibi birçok insanı ilgilendiriyor. Sendikaları, örgütlenmiş kitleleri... Lambda ve lambda'ya gösterilecek destek çok önemli zira bir hatanın analizine imkan veren, bu topraklardaki ayrımcılık çeşitlerine, solun da, açık düşünebilmenin de kökenine yönelik sorgulamaları tetikleyecek bir içeriği var. Zira seksist, homofobik ve böylelikle ayrımcı ve faşist karakterli sol bu toprağa ait mesela. Özgürlükler ve haklar konusundaki dar görüşlülüğün, özgürlüğün ne'liğine ilişkin sorgulamanın da arazlarını gösteriyor.
Herşeye rağmen etkili ve sıkı bir kalabalık vardı. Öğrendiğime göre istanbul'daki ilk eşcinsel pride 16 kişinin katılımıyla olmuş. Kalabalıkların sayısını tahminde kötüyüm ama bu eşcinsellerin gerçekleştirdiği eylemlerin en büyüğü bu oldu. Basının TV'nin ilgisini bilemiyorum TV izlemediğimden.
Yürürken, travestilere şiddeti adet edinmiş, evinden çok uzakta çaresiz siyah bir adamı bir karakolda öldürüp kimliği yoktu diye açıklama yapan, 1 mayısta bir hastahaneye biber gazı atan- polis yoktu pek, ceplerinde susmayan bili bili bip telsizleriyle ayırdedilen kıyafetsiz birkaç polis vardı.
Kamusal alanda özgürlükler sorunu türban meselesinde olduğu gibi eşcinseller için de devlet engeline takıldığını izliyoruz.
Devletin bu antidemokratikleşme ısrarının gerekçesi nedir ki?
Hayır ne olacak yani?
Amaç ne?
Subscribe to:
Posts (Atom)