Fazla Mesai Sergisi- Sanatçilarla kısa email ropörtajları

Asla Çalışma! | Fazla Mesai Sergisi hakkında…

1
Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi İzmir’in en iyi konser salonuna sahip mekanı. Binanın mimarisi, konser salonunu mekanda birincil kılacak nitelikte merkezine yerleştirirken, görsel sanatlar için ayrılmış galerileri salonun etrafında katlara yayarak estetik ve güzelleştirme amaçlı bir sanatı talep edermiş gibi duruyor.

Günümüzde sanat; yanlızca güzellik, estetik gibi kıstasları yakalamanın ötesinde, daha fazla günün meseleriyle ilgili, politik olana mesafesiz, çok disiplinli bir çizgiyi takip ediyor. Fazla Mesai sergisi, izleyicisinden alıştığı güzellik arayışını kenarda bırakarak, farklı bir beklentiyle, farklı sorular üretmeye açık, üretilenleri izlemeye davet ediyor.

2
Fazla Mesai sergisi, uluslararası boyutta hissedilen ekonomik krizin yarattığı gündemden yola çıkarak: iş, çalışma hayatı, kısaca modern bireyin hayatını idame ettirmek için gereksinim duyduğu ‘Çalışma’ olgusunu konu ediniyor. Sergi, ‘Çalışma’ ya sınıfsal bir ayrım getirmeksizin majör bir bakışacısıyla yaklaşıyor.

Çalışmanın ve çalışma ahlakının insanın hayatına girmesiyle geçirdiği tarihsel dönüşüm karşılamaya çalıştığımız gereksinimlerimizin ne kadar gerçekçi olduğunun sorgulanmasını gerektiriyor. Hayatta kalmak için veya ihtiyaç karşılamak için çalışmanın gerekliliğinin baskısıyla, insanın artık sormayı unuttuğu: ‘yaptığı işin yarattığı tatmin duygusu, kendini gerçekleştirmeye olan katkısını’ tekrar düşünmeye olan ihtiyacımızı hatırlatmak istiyor sergi. Gündelik yaşamda ‘ne iş yapıyorsun’ sorusu ‘kim olduğumuz’ sorusuyla neredeyse aynı anlamda kullanılıyor. Ancak cevap, genellikle kişinin seçimi olmaktan pek uzak. Açlık sınırının altında yaşayan milyonlar için yapılan işin niteliği, bireyin kendini gerçekleştirmesi, bunların ötesinde artık neyi neden yaptığını sorgulamadan insan, ‘çalışmak için çalışıyor’ ve hatta ‘hayatta kalabilmek için çalışıyor’. Fakat bu şekilde itildiğimiz çalışma koşullarımız ne kadar insanın doğasına uygun? Kollektif olarak bu duruma katkımız nedir?
Çalışanlar için, iş hayatı bir cehenneme dönerken, çalışamayanlar işsizler için cehennem kendini farklı bir yönden hissettiriyor.

Çalışkan olmak insani erdemlerimizden bir tanesi ancak meselenin kitleleri etkileyen politik tezahürü hiç de insancıl değil. “Asla Çalışma!” sloganı Fransa’da 1950 başlarından itibaren etkili olmuş Sitüasyonist Enternasyonel üyelerinden Guy Debord tarafından yapılmış, anonimleşen bir duvar yazısı. Asla çalışma! sisteme uygun birey olmak dışında başka yaşama biçimleri/olasılıklarının düşünülmesini içeren bir önerme, tavsiye... Şimdi, şirketleşen, para merkezli dünyada bu önerme anlaşılması giderek zorlaşan bir ifadeye dönüşüyor.

Türkiye’de çalışma koşullarının zorluklar içermesi, dolayısıyla acı bir gerçeğin ironisi Fazla Mesai. Adı geçmeyen fazla mesai kurbanı kitlelerin bilgisiyle sergi, meseleleri fazla deşmeden ‘çalışma’ üzerine çeşitlemeler ortaya koyuyor.


3
Sergi ebette ki bu konuda kapsayıcı olmak çabasında değil, daha ziyade sanatçıların işlerinin düşünce arkaplanına denk düşen bir-iki izleği takip ediyor. Pilvi Takala ve Mark Brogan’in işlerinde belirginleşen ofis, çağrı merkezi gibi klasik iş hayatına yönelik mekanlarda üretilmiş bu iki sanatcinin eserleri sergide önemli bir alana yayılıyor, Pilvi Takala Deloitte firmasinda işe yeni başlayan bir çalışan olarak geçirdiği zamanda gizli kameralar yardımıyla ürettiği video enstelasyonu ile ,insanın calışma hayatında normalleşmeye olan eğilimini ve farklı olana kendini ne kadar kapattığına tanık oluyoruz, iş basvurusu işealınma üzerine kendi çağrı merkezinde ürettiği vidolarda Mark Brogan kapitalizm ve bilgi satmanın, özellikle balkanlardaki ekonomik ve sosyal dönüşümü yakaladığı videolarında iş arama, reddedilme gibi meselelere eğiliyor, bu iş hayatına yönelik yaklaşımların yanında, İsrail’de genelikle hastabakıcı olarak çalışan Filipinli göçmenlerin kendi aralarında düzenledikleri güzellik yarışmasını konu eden Köken Ergun videosu Promised Land( Binibining ) çalışmanın içeriğine uygun bir enstelasyonla sergide yer alıyor. Pembe duvarda yer alan plazma televizyonda gösterilen videonun yanında sanatçının Binibining (Promised Land) kitapçığı sunuluyor. İsrail’de 30.000 Filipinli göçmen yaşıyor, bu göçmenler genellikle hastabakıcı veya yaşlı kimselerin bakımı işinde çalışıyorlar. Sanatçının ilk versiyonunu tamamladığı ve halen üzerinde çalışmakta oldugu film, görsel bir bütünlük yakalamaktan ziyade izleyiciye tuhaf karmaşık ve son derece bold bir yaşantının, göçmenliğin ve çalışanların kendi boş zamanlarındakı aktiviteye bizi götürüyor, sergide bu calışma asında bir çeşit of screen space-e karşılık geliyor.Filipinli işçileri çalışırken seyretmek yerine, pek coşkulu, abartılı eğlence biçimlerine ve topluluklarına, Ergun yardımıyla bakma fırsatı buluyoruz.

Esra Okyay, Schopenhauer Kıçımı Ye çizimiyle Schopenhauer felsefesinin temel karakteri olan ‘insanın arzularını gerçekleştirmek için gereksinim duyduğu para ve daha fazlasını istemenin kişiyi sürüklediği mutsuzluğu’ hatırlatırken, diğer yandan felsefecinin anti-feminist yönü sanatçının dikkatini çekiyor. Tuvalleriyle kadının toplum içindeki konumuna eğilen sanatçı, sergide Günter Grass romanına referansla yaptığı fotoğraf kurgusunda Oskar(Büyümeyi Reddeden Çocuk)da olduğu gibi sistem karşısında direnmenin büyümemekten dolayısıyla iş hayatına atılmamak, çalışmamak ve sistemin dışında kalmakla geçtiğine bağlıyor. Oskar Matzerath, Günter Grass’in 1959 tarihinde basılan Teneke Trampet (Orijinal adı:Die Blechtrömmel) romanının baş karakteridir. Sanatçı, fazla kullanılmış çocuk ayakkabılarıyla Oskar karakterini bu enstelasyonda birleştiriyor. Kitaptan seçtiği, “Oscar, büyümemek için kendini şarap mahsenine fırlattı.” cümlesini işinin parçası haline getiriyor. II. Dünya Savaşı dolaylarında geçen olayların anlatıldığı kitapta büyümek istemeyen cüce karakter Oskar, bu sergide çalışma olgusuna bir reddediş temelinde katkıda bulunuyor.

Alp İlyas Klanten, 10 doların üzerinde yeralan Hamilton portresi fotoğrafıyla ‘amerikanizmi ve materyalizmi’ evetlemeyi deniyor yanısıra Amerikan Dolari üzerinden uluslararası politikaya bağladığı Tanınmamış Zevkler filminden seçtiği fotoğraf kareleri paranın insan hayatındaki yerinin altını çiziyor.

Gökçe Erhan’ın yerel seçimlerde kullanılan otobüslerden birisini kendi ironik-politik katkısıyla atık malzemelerle ürettiği eseri yanında, Mahmoud Khaled’in sanatçıların bizzat kendi çalışma şartlarını sergide karşımıza Türkiyedeki bir gazeteye verilen ve altin is firsati başlığıyla kültürel ortamı hareketlendirecek sanatçılar aradığı gazete ilanı müdehalesi sergide yeralan diğer yapıtlar.

Elmas Deniz, 2010

------
Sanatçılarla kisa email Ropörtajları
------

Alp İlyas Klanten

Elmas Deniz: Alp merhaba, bize biraz kendi pratiklerinden bahseder misin? Nasıl başladı fotoğrafa olan ilgin?

Alp İlyas Klanten: Fotoğrafla ciddi bir şekilde ilgilenmeye başlayalı aşağı yukarı bir sene oluyor.İlk gençlik yıllarımın ortalarından beridir gelişigüzel fotoğraflar çekiyordum. Lisede bir fotoğraf kulübüne gidiyordum ama sonraları hevesimi yitirmiştim. Üniversite bittikten sonra Berlin’den buraya geri getiren raslantısal koşullar, beni akademisyenlikten uzaklaştırıp uzunca bir süredir bastırdığım, fotoğraf sanatıyla alâkalı kendine özgü deneylere yöneltti. Galeri ve sergi açılışlarının yanısıra arkadaş toplantılarında çektiğim fotoğraflar ve fotomuhabirliğine yavaştan el atmam da aşamalı olarak ama kendi adıma oldukça teşvik edici bir sonuç doğurdu. Şu âna kadar bunun tadını çıkarıyordum. Bugünlerde ise kariyerimin erken döneminin ilk dönüm noktasındayım.Bu sanattaki pratiğimin deneyselliğinin keyfini çıkarırken aynı zamanda bugüne değin edindiğim deneyimi profesyonel bir sanat eğitimiyle tamamlamak için işin tekniğini ve zanaatını ciddi bir şekilde öğrenmeye başlamış durumdayım.Şu âna değin pek entellektüel çerçevede olmamakla beraber, bu pratik benim için geçtiğimiz on senedir meşgûl olduğum sosyal ve politik bilimlerin teorik incelemesine karşı bir çeşit antidot olabilir.Bunu bir tür macera olarak görüyorum.


Keşif 1- Gizli Zevkler, 2010

E.D.: Bize biraz 10 dolarlık banknotlardan oluşturduğun portrelerinden bahsedebilir misin? Bu çalışmanın temelindeki fikir nedir?

A.I.K: 10 dolarlık banknotun, nispeten modernist tasarımı ve renk tonundan dolayı bu işte kendine has bir durumu var. Ben özellikle, Amerikan Devrimi’nin tanınmış şahsiyetlerinden ve kahramanlarından biri olan ancak kurucu babalar olarak adlandırılanlar isimler arasında bir George Washington ya da Thomas Jefferson kadar evrensel bir üne sahip olmayan Hamilton’ın portresine odaklandım. Kendisi, bir ulusal merkez bankası kurmak, sözde Amerikan-Fransız savaşı sırasında millî bir ordu oluşturmak gibi tekliflerinden dolayı döneminde tartışmalı, ilk dönem federalist milliyetçilerindendir. Kendisiyle ilk olarak Birleşik Devletler’in ikinci başkanı John Adams üzerine çekilmiş kısa dönem TV dizilerinde, populer kültür sayesinde tanıştım. Adams’ın hem muhalifi, hem de arkadaşı olan Hamilton, burada hırslı lâkin oldukça nahoş bir ateşli entellüktel kişileştirmeyle tasvir ediliyordu.

E.D.: İşinde kullandığın imajlardan ve Unknown Pleasures (Tanınmamış Zevkler) filminden, biraz bu filmin yapıtınla olan ilşkisinden bahsedebilir misin?

A.İ.K: Filmin özetine geçmeden önce, bu filmden çalışmamda kullandığım kareler üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Benim görüşümce, filmdeki odak imge, karakterin banknota bakarak ‘kahrolası amerikan yuanı’ diye mırıldadığı yerdir. Aynı karede, tv ekranındaki donuk imgede, hoş bir tesadüf eseri , sanki onlar da bu dolar banknotunu dikkâtlice inceliyormuş gibi görünen bir grup insanın yüzündeki vakur ifadeyi de gözlemleyebiliriz. Filmin bu sekansında tv’de Falung Gong’un, devlet adına kendileri tehlikeli olarak görüldüğü için aktiviteleri devlet otoritelerince bastırılan ve cezalandıran dîni bir mezhebini ele alan bir haber dönmektedir. Burda göstermediğim imgede ise banknot bir içki şişesinden katlanmış şekilde bıyıklı karakter tarafından çıkarılmaktadır. Baska bir karakter bu parayı daha sonra bir masöze harcar.Burada ilginç bir biçimde kendi 10 dolarlık banknotumu hatırladım, ‘Hamilton’ katlanmış bir şekilde kullanılmamış kartlarımı koyduğum bir cüzdanda Washington (1$) ve Lincoln (5$)’le beraber öylece bekliyordu kac senedir. Sonrasındaysa, birkaç hafta evvel, özellikle gıcır gıcır ve güzelce renklenmiş bej bir pamuktan kâğıt parçası olduğu için, hevesle 10 doları elime alıp fotoğraflamaya başladım. Ayrıca söylemem gerekiyor ki Hamilton banknotun üstünde oldukça yakışıklı görünüyor. Bende bu fotoğraflardan bir tanesini kırpıp, önce bir dosyaya, sonra da bu serginin kuratörünün de azımsanamaz yardımıyla sergideki son şekline dönüştüğü online bir portfolyaya eklemistim. Jia Zhang-ke’nin Cannes Film Festivali’de ödül adayı olan ‘Unknown Pleasures’ filmindeki bu ufak öyküyü ve Hamilton’un üstünde olduğu dolar banknotunu bir araya getirdim. Daha ünlü olan, Birleşik Devletlerin birinci başkanı George Washington’ı taşıyan 1 dolardansa diğerini tercih ettim. George Washinton’ı, Hamilton’ın akılda uyandırdığı güçlü bir devlet ve modern ulusal bir ekonomi gibi temsillerden dolayı daha az ilginç bir figür olarak görüyorum. Çin’de başıçeken kast, yani Komünist Parti’deki farklı yönetici kadrolar, Hamilton’ın zamanında örneklediği aynı değerleri kucaklıyor: milliyetçilik ve devlet güdümlü bir refah anlayışı. Bu sırada Mao mevcut rejimin başfigürü olarak geçerliliğini korurken, Maoizm bilindiği üzere bir ideoloji olarak kapitalist Çin’de reel ekonomi için temel ideolojik bir araç olarak işlemiyor. Komünist devlet ve kapitalist toplum arasındaki mevcut açıksa, yöneticilerin kimi zaman milliteyçilik kimi zaman da Konfüçyüsçülük safında yan tutan aşikâr pragmatizmiyle dengeleniyor gibi görünüyor. Yeni bir başlangıcı, Avrupa’nın kovuşturulmuş insanları (öncelikle ‘beyaz’ bir rüya) için yeni bir şansı imleyen ve sonraları Amerikan Rüyası ( ya da Miti) olacak şeyse, birinin, yeşil banknotlarca sembollenen Amerikan ideolojisiyle olan ilişkisini tanımlayacak birçok olası persfektikten biridir. Kimi bölgeler için daha bariz olan bir diğer perspektif ise, emperyalizmin kisvesi altındaki asimetrik güç ilişkilerini örnekleyenidir. Bu diskur ‘Unknown Pleasures’ın bağlamında da bir dereceye kadar kendine yer bulmaktadır. Unutulmamalıdır ki, materyalizmin modernleştirici etkisi ve rasyonalizasyon, Amerikan olanın, yani 20. yüzyılın görece daha baskın etmenleri olmuştur. Filmdeki kahramanlarımız Çin tarihinin büyük çaptaki dönüşüm yıllarında büyümüş tek-çocuk jenerasyonunun genel çaptaki sıkıntısını örneklemektedir. Resmi stüdyo sistemince desteklenmemiş, bir ‘underground’ yapım olan bu filmde, bu dönüşüm devrindeki kazananlardansa kaybedenleri izleriz. İşinden olmuş, para kazanmak için cebelleşen, genel bir yabancılaşma yaşayan, küçük keyfleri olan, bilinmedik zevkleri tadan ve bunun bedelini ödeyen insanlar. Burada, beni ilk başta da heyecanlandıran, Çinlilerin Amerikan parasıyla olan etkileşiminin temsilinin de oldukça ironik bir payı var. Film milenyumun başında, henüz 11 Eylül’ün yaşanmadığı ve 90’lı yılların etkisinin daha sona ermediği bir zamanda geçiyor. Bu, küresellemeşme bağlamında Çin ve Birleşik Devletler arasındaki ilişkilerin oldukça yaygın ve baskın bir konu olduğu zaman dilimi. Terörizm, Naughties (2000’li yıllar)’in geri kalanı için güncel mevzuu değiştirdi; ve ayrıca, 2009’un Büyük Gerileyiş’inden (Great Recession) sonra bile İslam ve sözde Medeniyetler Çarpışması çağımızın ekonomik dönüşümü konusunu marjinalize etmeye devam ediyor.Bu benim için yaşadığımız dünyanın garipliğini ve tuhaflığını gösterir bir işarettir. Şahsî fikrimce, terörizmin yaşamımız üzerinde Amerika, Çin ve diğer ülkelerin ekonomilerinin geçirmekte olduğu dönüşümden daha az bir etkisi mevcut. Ama elbette, aşikâr şiddet kendine Birleşik Devletler’in ticarî açığından ve mesela Türk, İran ve Kore toplumlarını içine alan "gelişmekte olan ülkeler" kategorisinden kendi modernizmine, materyalizmine ve belki de refahına giden yollarında geçirdiği değişimden daha çok söz ettiriyor.

--------------------------

Esra Okyay

Elmas Deniz: Esracım selam, sergide sana küçük bir retrospektif alanı açılmış gibi oldu birbirinden farklı işlerini yan yana getirdik. Oskar (Büyümeyi reddeden çocuk,2005), kuzey iç mekan reprodüksiyonlarına kendini yerleştirerek boyadığın iki küçük tablo ve kumaş üzerine boyadığın Schopenhouer Kıçımı Ye(2009). Tabi ki hepsi çalışma ve iş ile alakalı üretilmedi sergiden önce üretilmiş işlerdi. Biraz bu işlerinden bahsedermisin nasıl çıktılar? Schopenhouer’den başlayabiliriz mesela?



Schophenhauer Kıçımı Ye, 2009

Esra Okyay: "Schopenhauer kann mich mal / Schopenhauer Kıçımı Yesin" (bez üzerine tekstil kalemi; 70x100 cm)"Aşka ve Kadınlara Dair/ Aşkın Metafiziği " kitabını hevesle almıştım, aşk üzerine klasik/romantik bişeyler okurum cahil heyecanıyla... Kadını "hiç bir saygıya layık olmayan insan ırkının ikinci dereceden üyesi " olarak anlatan sayfalarla karşılaşınca cahilliğime mi yansam yoksa hayal kırıklığıma mı?... sanırım 200 yıl önce yaşamış schopenhauer’la polemiğe girecek değilim tabii de ama hala geçerliliğini koruyan kadın üzerine yazılmış bu düşünceler kanıma dokundu…üstelik söylediği şeyler; “zaten o hiç bişeyden anlamaz kültürsüz, dar omuzlu, geniş kalçalı, bodur bir yaratıktır... iyi ki romalılar onları tiyatroya almıyorlardı”....gibi dedikoducu dille yazılınca...( hatta daha neler)… içimden böyle küfürlü bir tepki vermek geldi… tabii bir ölünün arkasından konuşulmaz belki lafım Schopenhauer’e değildir tam olarak böyle bir zihniyete belki de…seçtiğim formatın orijinali var elimde aile yadigarı sayılır üzerinde iki genci bir araya getiren muhabbettir yazıyor o çiçek işlemelerin ortasında. Kadınlar duygularını işlemelerinde , dokuduğu halılarda yansıtırmışlar onları yaptıkları zamanlarda... geleneksel bişey…yazmak istediğim amiyane küfüre uygun gördüm, işleme yapan bir ev kadını gibi Schopen amcaya bi geçirmek istedim... bu işin hikayesi böyle işte :)

İki yağlıboya resimle ilgili, o resimler biraz da senin yazında dediğin aksak romantizm* içinde değerlendirilebilir…

Resimlerin orijinalini gördüğümde aslında çok uzun düşünmeden hissiyat olarak “hah tam da böyle” deyip karar vermiştim… aynı oturuşlarda o döneme ait giysilerde kadınlar vardı. Onları kaldırıp mekanı atmosferi yakalamaya çalışarak kendimi yerleştirdim… dediğim gibi hissetmekle ilgili bişey… öyle oluyor bazen sistem dediğimiz, döngü dediğimiz, bilmiyorum bizim dışımızda akıp giden şey hayatla bizim aramıza giriyor.... dışarı atılmış gibi oluyoruz (buralarda ben demem gerekir aslında, genellemeye gerek yok...) etkisiz , müdehalesiz bir "kıyı"da buluyoruz kendimizi , hayatın-zamanın dışında … varız ama etkimiz yok gibi… resimlerdeki melankolik atmosfer çok işime gelmişti bir de... o yüzden aksak romantizm tespitine uyuyor diye düşünüyorum...

E.D: Oskar büyümeyi reddeden çocuk Günter Gras’ın Teneke Trampet romanından ödünç aldığın bir karakter, bu sergide de aslında çalışma hayatına girmemek büyüklerin dünyasına adım atmamakla bir tercihin altını çiziyor sergide. Bu kurgu fotoğrafta kullandığın ayakkabılar çok enteresan? Hikayesi nedir biraz bahsedermisin? Bu tür ayakkabılardan pek üretilmiyor artık?

E.O: Evet Elmas, benim de önce ayakkabılar dikkatimi çekti... nerden geldiğini bilmiyorum annem de görmüştüm... çocuk ayakkabısı aslında ama alıştığımız gibi sevimli değil.... bi kere çok sağlam bir deriden üretilmiş , nerdeyse büyük bir adam ayakkabısı gibi... çocuk ayakkabıları hele öylesi sağlam üretilmiş bir çocuk ayakkabısı, çocukların ayakları kısa sürede büyüdüğü için pek yıpranmazlar numara değişir çünkü...oysa bu ayakkabı yıllarca giyilmekten yıpranmış gibi... Günter Grass'ın Teneke Trompetinde Oscar karakteri o dönem Almanyasında yükselen faşizmin, şiddetin , büyüklerin dünyasının bir parçası olmamak için büyümeyi reddediyor... işte bu bakımdan ayakkabı Oscar için iyi bir imge gibi geldi bana yani Oscar büyümeyi rededen bir çocuk eskitebilir o ayakkabıyı.
* Aksak romantizm; Esra Okyay’in işlerinde sıklıkla hissedilen bir tür naif duygusal hassasiyete karşılık gelmekte, ancak bu romantik olma hali temelinde aksak bir durum yaratmaktadır. E.D.

--------------

Gökçe Erhan

Elmas Deniz: Sevgili Gökçe, bize birazcık çalışmalarından bahsedermisin? Hangi konularla ilgileniyorsun, nasıl üretiyorsun?

Gökçe Erhan: Önceden planlamayarak ürettiğim kendiliğinden gelişen çalışmalarımın tamamı ,kitle iletişim araçlarınca hergün gündeme getirilen sosyolojik, politik, ekonomik ve psikolojik karmaşaların birer fotoğraflarıdır. Bu fotoğraflar hangi zaman diliminde olursak olalım hiç değişmeyen manzaralardır.Kullandığım malzemeler ise; artık kumaş parçaları naylon poşetler,çöp torbaları ,çeşitli hayatlardan ve coğrafyalardan kopardığım insan kafalarıdır.Kollaj tekniğiyle bir araya getirdiğim bu karmaşık,dağınık,ucuz parçalar bütün olarak gülünç bir tablo oluştursa da arka planda içler acısı bir durum okunabilir.


23T Türkiye Güzel Günler, 2009

ED: Fazla Mesai sergisinde yer alan, önceden üretmiş olduğun işin için Türkiye'de yerel seçim sırasında kullanılan seçim otobüsünden yola çıkmışsın. Sen bu işini çalışma olgusuyla bağlantılayabiliyor musun ve bu iş hakkında neler söylemek istersin?

GE: Calışma olgusuyla bağlayamıyorum aslında çünkü başta onu düşünerek yaptığım bir çalışma değil daha çok bazı şeylerin değişmesi için oy kullanmaktan başka 'bir şeyler yapmaya çalışmamak, toplum olarak hep sabretmek'ti çıkış noktam. Seçim zamanları geldiğinde her yerde dolaşan seçim otobüsleri hoparlörler yardımıyla iğrenç seçim müzikleri fonunda gerçekleşmeyecek vaadler veriyorlardı. Cok küçük yaşlarda merakla, sevinçle izlediğim bu otobüslerden gelen vaadlerin hiç değişmediğini ve gerçekleşmediğini farkettim, yıllarca hep aynı şeyleri söylüyorlardı, şimdiye kadar hiç oy kullanmamış bir kişi olarak ben bu değişmez durumun rahatsız ediciliğine kendi yorumumu katmak istedim. internetten bulduğum bir seçim otobüsünün üzerinde bir afiş vardı bu afişte çeşitli hayatlardan mesleklerden ve coğrafyalardan gelen insanlar biraraya getirilmişti sanırım bu insanlar aynı oyu kullanan bir topluluktu, bazıları emekli bazıları işçi, bazıları iş kadını, bazıları işsiz , sefil sahte sırıtışlarının arkasındaki beklemekten yorulmuş umutsuz yüz ifadesini görebiliyordum ve bu karşıt durumu daha da belirginleştirmek ve oraya dikkat çekmek için sırıtan büyük bir ağızı insanlara ekledim.Bu sadece oradaki insanların değil bir çoğumuzun yüz ifadesidir .Genel olarak kullandığım artık naylon torba ve çöp poşetleri doğada asırlarca çözülememesiyle de bu devamlılığı, değişmeyen gidişatı destekledi ve sabitleştirmiş oldu.

-----------

Köken Ergun

Elmas Deniz: Bize birazcık işlerinden bahsedebilir misin?

Köken Ergun: Ben bu soruya bir soruyla karşılık vermek isterim: Bu yaptıklarımı neden yapıyorum? Bence sanat üretimi varoluşçu bir sıkıntıdan kaynaklanıyor. Ruhu havasızlıktan bulanmış bireyler çıkış yolu olarak yaratıcı eylemlere başvuruyorlar. Bunu Albert Camus L'Etranger’de çok güzel açıklar. "Bayram Değil Seyran Değil Eniştem Beni Niye Öptü?" misali, bir adam bir başka adamı pat diye vurur. Ama bu işte öyle pat diye olmuyor aslında. Adam o anda, içinde yaşadığı dünyanın kendi üzerindeki bütün baskılarını kafasının üstünde hissediyor. Tepesi atıyor, birini vuruyor. Burada önemli olan birinin vurulması, ya da bir insan evladının ölmesi değil. Sıkıntıdan bulanmak, ve bunu dışarı vurmak eylemi. Suç ve Ceza'daki Raskolnikov'u hatırlayalım... "Batsın Bu Dünya" durumu biraz da. ‘Dünya bulantısı’ diyorum ben buna. İşte genelde bu tür bulantılar yaratıcı eylemi tetikliyor. Benim ilgilendiğim yaratıcı eylemler de bu tür bulantılardan kaynaklanan şeyler. Şan şöhret için yapılan bel kıvırmalar değil. Bildiğin gibi "binlerce dansöz var”...
Ben ise sinirimden yapıyorum. İşlerimde ele aldığım konular hep beni kızdıran şeyler. Ben Askerim’de askerliğe olan sinirim var. Bir de babama olan korkum. Bayrak’da milliyetçiliğe olan garezim var. WEDDING’de erkek egemen toplum düzenine olan sinirim var. TANKLOVE’da askeri darbelere karşı tepkim var. Var da var… Şimdi ben bunları yapmazsam rahat uyuyamam. Belki de birilerine zarar veririm. Bu işleri her gösterişimde bir nebze rahatlıyorum. Belki de içimdeki şiddet duygusunu dizginliyorum. Şu terimi ilk kez Vasıf Kortun’dan duymuştum: Exorcism. Bir çeşit ruh çıkartma. Toksinleri atarak arınma da diyebiliriz buna. Bunaltıyı kusma da diyebiliriz. Sanatçının ruh hallerini çok iyi açıklayan bir terim. Kısacası ben exorcism için yapıyorum bu yaptıklarımı.

E.D: Nelerle ilgileniyorsun son zamanlarda?

K.E.: Bir kaç sene önce artık yeni işlerimi Doğu Akdeniz’de üretme kararı verdim. O günden beri bu coğrafyada çalışıyorum. İsrail işgali altındaki bölgelerde faaliyet gösteren B’tselem İnsan Hakları Örgütü’nün video arşivinden yaptığım seçkiler var örneğin. B’tselem, 2007 yılından beri yerleşimlere yakın yaşayan Filistin’li ailelere kameralar dağıtmakta. Bu kameralarla gündelik hayatlarında başlarına gelen insan hakları ihlallerini kaydetmeleri isteniyor. Kameraya yakalanan anlar yasal kurumlara başvurulduğunda kanıt olarak kullanılıyorlar. Ama aynı kameralara bazen beklenmedik şeyler çekildiği de oluyor. İşte ben bu beklenmedik ve kişisel kayıtlardan bir seçme yapıp, bunları bir konferans şeklinde ya da bazen sergi içerisinde yerleştirilme olarak sunuyorum. Bu konuşmalara davet ettiğim antropologlar, film teorisyenlenleri ve seyirci ile dokümantasyondan başka kültürlerin temsiline; telif haklarından ham kayıtların özelliklerine kadar bir çok konuda fikir alışverişinde bulunuyoruz. Bir nevi sanat dışı bir proje bu.
Bir de sergide göreceğiniz Binibining (Vadedilmiş Topraklar) projesi var. Proje hem bir kitap hem de videodan olusuyor. Sergide gördüğünüz video aslında bitmemiş hali. Bitmemiş bir işin seyirci karşısına çıkması, bende yeni gelişen bir süreç. İlgimi çekiyor. Sanat pratiğine ilk başladığımda süreci tamamem bitirmeden seyirci karşısına çıkartmazdım. Bu beraberinde tabii ki bir tür performans stresi getirirdi. Ama şimdi bunu geliştirici ve ilerici bir süreç olarak kabul ediyorum.
Serginin konusu olan sanatçının çalışma rejimi ile ilgili olarak da, çalışmanın imandan geldiğini düşünüyorum. İnanç ile sanat üretimi arasında yakınlıklar var. Bilimle sanatı buluşturmak isterler genelde. Bence bu başarısız bir çaba. Zira pozitif bilimler sonuç ister, bilmek ister, kanıtlamak ister. Sanatta ise kanıtlama kaygısı yoktur, olmamalıdır. İman bazı şeyleri sorgulamadan kabul eder, bu nedenle sanat gibi daha abstract bir olgudur. Aşk da buna benzer. Aşk için çalışılmaz, yaşanır. İman için de yaşanır. Sanat da bunlara benzer. Yaşamının vazgeçilmez bir parçası olursa sanat, o zaman zaten çalışırsın. Ama çalışmak için çalışmış olmazsın. Zaten o senin doğal halindir. Aşkı arar gibi, imanı arar gibi...



Binibining (Vaadedilmiş Topraklar), 2010

-----------

Mark Brogan

Elmas Deniz: Sevgili Mark, bize biraz çalışmalarından bahsedebilir misin? Çalışma, istihdam ve iş gibi konular üzerine nasıl çalışmaya başladın?

Mark Brogan: Bundan dört sene kadar önce Sırbistan’a, Belgrad, taşınıp bir İngiliz firması için bir çağrı merkezi kurdum. Goldsmiths’te, Londra, eğitim almış bir sanatçı ve Manchester Üniversitesi’nde de ekonomi okuduğum için bu çağrı merkezi içinde birtakım video çalışmaları yapabileceğimi düşündüm. Bu video çalışmalarımda, sanat ve ekonomiyi/kapitalizmi ilişkilendirip bir araya getirmenin olağandışı yollarını aradım ve de kendi çağrı merkezini sanatının öznesine dönüştüren sanatçının içinde bulunduğu alışılmadık durumu anlayıp, anlatmaya çalıştım. Burada sanat deneyimim ve çağrı merkezini birbirini tamamlayıcı unsurlar olarak ortaya çıktılar.
Bu çağrı merkezinin kuruluşuyla birlikte Balkan karakterinin ve davranış şeklinin sosyolojik ve psikolojik içyüzüne ve bir İngiliz olarak kendimin ‘öteki’ne karşı tutumu hakkında birçok yanı açığa vurma şansını yakaladım. İşte bu da buradaki video çalışmamın odak noktalarından biri. Çağrı merkezi, kapitalizme geçiş dönemini yaşayıp Avrupalılaşma’yı tecrübe eden Sırp toplumuyla arada önemli bir arayüze evrildi. Ben çalışmamla ‘kapitalizm’in Sırbistan’daki insanlara nasıl sunulacağı meselesi üzerine yoğunlaşıyorum. Bu da, varlığı orada henüz yeni olan ve insanlara tuhaf gelen bir düşünme ve icra yolunu sunmak demektir.

E.D.:Bize biraz ‘Yoruma Açık’* ve ‘Tipik Reddetme’** çalışmalarından bahsedebilir misin?


Tipik Reddetme(The Typical Reject) , 2007

M.B: Tipik Reddetme üzerinde çalışmaya başlamadan önce halihazırda ofiste video denemeleri yapıyordum. Bunlar işçilerin karşılaştığı zor durumları kayıt altına alıp işin aslında ne kadar zor olduğunu ele alıyordu. Birkaç hafta geçmeden işten ayrılan insanları gördükçe hem tükeniyor, hem de hayâl kırıklığına uğruyordum. Çalışanların gündelik yaşamların karşılaştığı bu zor anları kaydedip, iş başvurusu yapan adaylara göstermeye karar verdim. Videolar insanı işten soğutan ve daha işe başlamadan korkup kaçmalarına sebebiyet verecek bir endüstride çalışma şartlarını gösteriyordu. Bu filmlerin çağrı merkezi endüstrisi hakkında ‘nahoş videolar’ olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda bu endüstride çalışmanın bana hissettirdiklerini de ifade ediyorlar. Aynen işçiler gibi, 2006 senesinde Belgrad’daki ekonomik vaziyet durumu göz önüne alarak, bu videoların bize zarurî musibet hâllerini resmettiğini düşünüyorum.
İş başvurusu yapan adayların yalnızca videoları izlemesini istemedim. Aynı zamanda başlarına gelebilecek olan durumu tecrübe de etmelerini istedim. Bu sebeple, kendilerinden videoda yaşanan durumun beraber bir simulasyonunu gerçekleştirmek için izin istedim. Onları telefonun öbür ucundaki kişiyle diyalog kurmaya çalışırken reddedilen bu çağrı merkezi çalışanlarıyla aynı durumu deneyimlerken videoya kaydettim. Bu kayıtları izledikten sonra hangi adayların iş profiline gerçekten uygun olduğu konusunda karar verirken daha nesnel olabildim.
“Yoruma Açık’’daysa yine aynı şekilde iş başvurusu yapan insanlarla çalıştım ama Tipik Reddetme’dekine kıyasla son derece farklı bir etik pozisyon geliştirdim. Bu video çalışmaları ve iş dünyası kombinasyonunu, insanların bir işi elde etmek ve yapmak için ne denli ileri gidebilecekleri ve de pes ettikleri sınırı görmenin ve göstermenin bir aracı olarak görüyorum. Bu benim gibi bir sanatçının iş veren olarak konumunu video çalışmaları üretmek için kullandığı bir durumun etik yanlarını ve videoda benimle işbirliği yapan insanlara karşı sorumluluğumu anlamak için yapılan bir çeşit araştırma şeklidir. Bu çalışamada adaylara niçin kameraya kaydedikdikleri konusunda daha açık ve dürüst olmak istedim. Tipik Reddiye’de ise adaylar kendilerine çok az bir açıklama yapılarak kapalı devre kayıt kamelarıyla filme alınmışlardı.

*Eserin özgün adı: Subject of Commentary
**Eserin özgün adı: The Typical Reject

---------

Mahmoud Khaled

Elmas Deniz: Sevgili Mahmoud, bize biraz kendi geçmiş sanat pratiklerinden bahseder misin? Genellikle müdaheleci çalışmalar (interventions) mı yapıyorsun?

Mahmoud Khaled: Genel olarak video, imaj, mekân enstalasyonları ve metinler üretmeme karşın, içinde bulunduğumuz sanat dünyasında anladığımız şekliyle sanat eseri tarzındaki müdahelelerden ziyade, sanatsal stratejilerimin çoğunu, gündelik hayatımızı işgâl eden oldukça iyi yapılanmış sistemlerin içine sızmaya çalışan (kimi zaman tasavvur gücüyle) biçimiyle müdaheleci olarak görüyorum. İşlerimin etkisinin, bu sistem ve yapılara bulunacağım muhtemel müdahelelerin tasavvur safhasına oldukça bağlı olduklarını söyleyebilirim. Ayrıca, sanatsal kaygımın bir yerden bir yere durmadan seyahat ederek, evim diyebileceğim daha iyi bir yerin arayışıyla da sıkı sıkıya bağlı olduğunu eklemeliyim.


İş İlani (Call for Job), 2010

E.D: Sen zaten Al-Rai-Jordanian gazetesinde bir müdahele gerçekleşirdin. Burada, Fazla Mesai sergisinde Türkiye’de bir gazeteye ilan vererek müdaheleni gerçekleşiriyorsun. İşinin temelinde yatan fikirler nelerdir?

M.K: Bu çalışmanın ilk şeklini Ürdün’ün başkenti Amman’dan bir ay kaldığım zaman üretmiştim. O sıralarda hayli küçük sayılabilecek Ürdün sanat çevresiyle son derece güçlü bir şekilde etkileşime girmeye başlamıştım. Sanatçılarla, küratörlerle, kültürel aktörlerle buluşup, durmadan konuşuyorduk. Tartışmaların çoğu şehirdeki güncel sanat sahnesini ve bu alandaki pratikleri yükselişe geçirmenin ve aktive etmenin olasılıkları üzerine şekilleniyordu. Bu insanların çoğunluğu güncel sanat sahnesinde etkin ve profesyonel olarak iş yapan sanatçıların sınırlı olmasından şikâyetçiydi. Bunların yanısıra ‘uluslararası etkin profesyonel sanatçı’nın ekonomi, eğitim ve sanat kurumlarıyla olan ilişkisi dahilinde gereksinimleri, becerileri ve yaşam tarzı üzerine de oldukça fikir alışverişi yaptık. İşte tam o sırada da, Ürdün’de günlük yayınlanan gazeteleri bir şekilde tarıyordum. Bir noktada dikkâtimi çeken şey bu gazetelerinin içeriğinin çoğunluğunu ilanların oluşturduğu oldu. Bunların bazıları kimlik kartını ya da pasaportunu kaybedenleri verdiği hususî ilanlardı. Çoğunluysa bana oldukça ilgi çekici gelen ve anonim ya da sahte şirketler tarafından mükemmel çalışma koşulları, dolgun ücretler öneren ama işin tanımını ya da doğasını tam olarak açıklamayan ilanlardı. İşte bu ilanlar bu çalışmamın hareket noktası oldu. İlanım ya da doğrusu ‘İş Çağrısı’ için, meslekî olarak Profesyonel bir Sanatçı arayan iş ilanı metni yazmak oldu.Toplumun bu ilana nasıl tepki verdiğini anlamak içinse, sonrasında cevap olarak aldığım başvuruların sayısını göz önüne alabiliriz.

--------

Pilvi Takala



Stajer(Treinee), 2009


Elmas Deniz: Sevgili Pilvi, seninle daha çok sergideki işin ‘Stajyer’* üzerine konuşmak istiyorum ama öncelikle bize geçmiş tecrübe ve çalışmalarından bahsedebilir misin?'

Pilvi Takala: İşlerim genellikle belirli bir durumu kırmaya çalışan ya da özgün bir mekânda müdahele aracılığıyla durum yaratmayı esas alan video çalışmaları ve sanatçı kitaplarından oluşuyor. Farklı toplumsal gruplara etki eden yazılı olmayan kurallar ve şirketler ya da otoriteler tarafından dayatılan düsturlar üzerine yoğunlaşıyorum. Bireysel bir bakış açısını temel aldığımızda belirli bir durumun kendine has kuralları kusursuz görünebilir ama ortada daima kendini belli eden gri, belirsiz alanlar ve ortaklaşa örülen bir kurallar sistemi sözkonusudur . Ben de müdahelede bulunarak bu gri alanlara tesir etmeye çalışıyorum, çünkü biliyorum ki bu sözkonusu alanlar yeni durumların oluşageldiği yerlerdir. İşte burada, varolan kuralların analizini yapıp bunları ifşa etmekle ayrıca uğraşıyorum. Ama en çok ilgimi çekense yeni kuralların yaratılıp, günışığına çıkarıldığı anlar oluyor. Aslında yaşamın kendi içinde varolduğu halde gizlenen gerçekler bana kurgunun kendisinden daha acaip geliyor. Keşfetmenin cazibesi, -içi nakit parayla dolu şeffaf bir çantayla alışveriş merkezine gitmek (Hanımın Çantası**) ya da Disneyland’in girişine doğru gerçek bir Pamuk Prenses elbisesi içinde yaklaşmak (Hakikî Pamuk Prenses***)- işlerim bana heyecan verir.

E.D: Biraz buradaki çalışman ’Stajyer’ ‘den bahsedebilir misin? Oldukça alışılmışın dışında bir yolla yapılan bu işin ardındaki hikâye nedir?

P.T.: Bu projeye aslen Helsinki’deki Kiasma Güncel Sanatlar Müzesi kuratörleri Leevi Haapala ve Marja Sakari önayak oldular. Bana Deloitte için el altından yürütülecek bir proje önerip öneremeyeceğimi sordular. O zamanlar Deloitte, Kiasma’nın birkaç yıldır sponsporluğunu yapıyordu ve ayrıca işyerlerinde müzenin koleksiyonundan ödünç alınmış bir takım eserler bulunuyordu. Bu noktada Kiasma’ya sanatçılarla daha yakın ve iç içe çalışmak istediklerini bildirmişler. Benim adıma durum oldukça iyiydi; bir müze tarafından desteklenecek ve zaten halihazırda sanatçılarla işbirliği yapmak isteyen bir şirketle işbirliği yapacaktım. Bu noktada ofislerine gizli kameralarla gidip el altından işini yapacak bir sanatçıyı onlara kabûl ettirmek gayet olanıklıydı. Deloitte’ten mevzudan haberdar olan birkaç kişiyle beraber proje için ‘karakter’imi geliştirdik. Elbette başlangıçtan itibaren bu fikir karşısında son derece heyecanlıydım ama bir miktar da kuşkuluydum. En başta böylesine bir özgürlüğe sahip olup istediğimi yapabileceğim fikrine inanamıyordum ama Deloitte ile yaptığımız bu işbirliği beklediğimden de olumlu sonuçlandı.

* Eserin özgün adı: Treinee
**Eserin özgün adı: Bag Lady
***Eserin özgün adı: Real Snow White

------

1 comment:

Anonymous said...

Yazar cok tesekkurler...

Selamlar Ebru

Search This Blog