"Üretebilmek Üzerine"


"Üretebilmek Üzerine"
nüans, Düsseldorf işbirliği ile

26 Nisan – 17 Mayıs 2008
5533
İMÇ 5. Blok no: 5533
Ziyaret günleri ve saatleri: Çarşamba-Cmt. / 13:00-18:00

Açılış:
Adrian Lee performansı ile
26 Nisan Cmt. / 13:00
5533
Adrian Lee sergi açılışını duyuran bir etkinlik düzenliyor. Kendisi, insan ve hayvan karakteristiklerini içinde barındıran ancak ikisi arasında bulanık bir noktada duran, sempatik bir figürü mekanın kullanımına dikkat çekmek ve ziyaretçileri cezbetmek için hayata geçiriyor.


Etkinlikler:
30 Nisan Çarşamba / 20:00
PROP – Proud to be a VIP - dergi tanıtımı
Mekan duyurulacaktır

3 Mayıs Cmt. / 13:00
Yeni Ürünler!
5533

17 Mayıs Cmt. / 16:00
Handelszentrum Frau Böhm / sanatçı konuşması
5533

Etkinlik programı devamlı güncellenecektir.

Nisan Ayı İtibariyle Davetli Sanatçılar:

Adrian Lee Londra, Ahmet Ögüt Istanbul / Amsterdam, Allen Grubesic Stockholm, Anna Blessmann & Peter Saville Londra, Asli Cavusoglu Istanbul / Weimer, bliin Amsterdam, The Centre of Attention Londra, Claudia Weber Berlin, Dirk van Lieshout Rotterdam / Seul, Elmas Deniz Istanbul, Esther Kläs Düsseldorf, Katja Stuke & Oliver Sieber: Böhm Handelszentrum Düsseldorf, Isa Melsheimer Berlin / Istanbul, Jakob Kolding Berlin, Jerome Symons Rotterdam, Kim Schönstadt Los Angeles, Kristina Stoyanova Düsseldorf, Marjolijn Dijkman Rotterdam, Reinaart Vanhoe Rotterdam, Wynn Dan Paris

"Üretebilmek Üzerine" İstanbul'u çıkış noktası olarak alan ve süreç içinde farklı mekanlarda, yeni sanatçıların ve üretimlerinin sunumlarıyla gelişecek uluslararası bir grup sergisidir. Proje; ürün, üretim ve bu faktörlerin toplumdaki yeri üzerine bir inceleme yapma arzusundan kaynaklandı. Proje için İstanbul'a davet ettiğimiz sanatçılar; yerel üreticilerle çalışarak, üretim şartlarına atıfta bulunan, buradaki durumu yansıtan ve üretim sürecinin küresel boyutuna değinen yeni işler üretecekler. Sanatçıların bir kısmı da proje taslaklarını gerçekleştirerek İstanbul'da üretilmesi için Altı Aylık ve nüans'ı aracı olarak kullanacak.

Üretim kaynaklarına ulaşmak açısından İstanbul en zengin şehirlerden biri. Varoşlardaki tekstil, konfeksiyon atölyelerinden, Tahtakale'deki, Mahmutpaşa'daki binbir çeşit eski handa, dar sokak larda konuşlanan küçük dükkanlara; Galata'daki neon üreticilerinden Karaköy'de onlarca çeşit elektronik malzeme satıcısına kadar İstanbul geniş bir skala sunuyor. Üretim süreci, AB ülkeleri gibi hizmet toplumu ülkelerinde, şehrin yaşamından neredeyse tamamen dışlanmışken, İstanbul'da günlük hayatın önemli dinamiklerinden biri. Bu ülkelerde sunulan ürünlerin çoğu, farklı ülkelerde üretilip ithal edilirken, İstanbul'da ise bu kaynaklar ulaşılabilir ve şeffaf. Bu özellikleriyle Türkiye, dünya endüstrisi bağlamında Avrupa'da tercih edilen üretim merkezlerinden biri olarak adlandırılabilirken, parametreler gittikçe üretime dayalı bir toplumdan, büyük alışveriş merkezlerinin, tek tipleştirilmiş uluslararası markaların baskısı altında tüketime dayalı bir topluma doğru kayıyor. Bu değişimin hızı aynı zamanda çok canlı bir ortam yaratıyor. Bu projedeki ilgi alanımız, toplumun içinde bulunduğu dönüşümü temsil eden ürünleri gözlemlemek, anlamak ve sanatçılar aracılığıyla müdahelede bulunmak. Proje sonunda süreci belgeleyen bir de katalog hazırlanacak.

26 Nisan'da 5533'de başlayacak olan proje, Temmuz ayında yeni üretimlerle Apartman Projesi'nde olacak. "Üretebilmek Üzerine" Kunstvlaai (Amsterdam, Mayıs 2008) ve Erste Biennial (Köln) sergilenecek.

Bu proje, The British Council, İstanbul; Goethe Institut, İstanbul; Josefine Cafe@Baeckerei,İstanbul; Kunststiftung Nordrhein Westfalen, Almanya; Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi; The Swedish Institute, İstanbul; WASP t-shirt ve 5533 tarafından desteklenmektedir.

Alti Aylik: Kristina Kramer, Öykü Özsoy
www.altiaylik.blogspot.com

Nüans: Anna Heidenhain, Maki Umehara, Elmar Hermann
www.nuans.de

5533:
www.imc5533.blogspot.com

Boğuluyorum

Boğuluyorum!

10 gündür youtube yoktu Türkiye sınırlarında, üç ayrı mahkeme tarafından kapatılan. Periyodik halde youtube sansürleniyor, hatta hayatımıza nerdeyse olağan sıkıntı-buhran-az rahatlama döngüsünün parçası oldu. Mesele özellikle youtube'un sansürlenmesi değil, herşeyin sansüre maruz kalması, sansürün olağanlaşması ve sansüre yönelik tepkisizlik. Sansürün izleyicisi olmak sansürün üreticisi olmakla bir. Polisten devletten daha kötüsü: otosansürümüz.

Bir de özgür medyanın özellikle de büyük kitlelere ulaşabilen bir medyanın olmaması da kötü bir elek. Tepkisizlik hissi de veriyor bu durum. Eleştirinin medyası yok tıpkı siyasi partisinin olmadığı gibi.

Bana olan bu: Geldiler!!! Günlerdir üzerine düşünuyorum; totaliter sistemin bireyde meydana getirdiği "politik depresyon" olsa gerek. Mantık dışının bireydeki tezahürü...Sadece gazete okumak ve haber almanın yarattığı şok ve şaşkınlık...Yanlızca Türkiye değil haberler tüm dünyadan can sıkıcı. Ne den bahsedeyim ne diyeyim bilemiyorum, bildiğin karada boğuluyorum. You tube sansürü kalktı ama Türkiyede iletişim bakanlığı ve internet suçları!!! için konulan yasa taş gibi ortada duruyor yani. 301 sözde değişecek bakalım, kendisi sansürcü yalnızca kendi gibilere demokratik parti AKP kapatılmak isteniyor. Milliyetçi militarist faşist değilsen temsiliyetin yok. Ama ben hala ne yaparım diye düşünmek, yazmak ve birtakım ufak çaplı eylemler dışında bi bok yap(a)mıyorum. Yazınca da benim gibiler okuyor zaten yani körler sağırlar meselesi... "Umarım bu da birşeydir" diye avutuyorum kendimi.

Sanatçı olarak kendimi ağır suçluluk duygusuyla başbaşa bıraktım. Bu da boğulmamda katkısı olan birşey. Ya çıkar ya batar cinsten, içinde bulunduğum çevre yani daha çok görsel sanatlar ağırlıklı güncel sanat çevresi tamamen profesyonelliğe vurmuş kariyerist ve durumları sömüren bir tutuma doğru gitti bile. Biliyorum kimse bunu kasıtlı olarak planlayıp istemiyor ama sonuçta ortaya tam da bu çıkıyor. Üretiyorum üretmesine ama ne bir galeride sergi yapmak ne de işlerimi insanlara göstermek istekliliğindeyim. Sanatı bildiğim yapabildiğim haliyle bırakıp, bunun dışında üretmek istiyorum yani sanatı başka türlü... Herneyse aynı kapıya çıkacak nasılsa... yani zor bu politik depresyonla, ürettiğinle gururlanmak.

Duyduğum sorumluluk beni araştırmaya itiyor elle tutulur birşeyler yapma niyetiyle. "Bu toplumda bireyler nasıl kendi hakları için mücadele edebilir" Özellikle temsiliyeti bulunmayan, alt sınıflar ve onun altı ile ilgili olarak. Kaynaklara ulaşma hakkı veya imkanı bulunmayanların güçlenmesi üzerine. Ama bu araştırma beni giderek daha fazla izole ve kısır ediyor. Belkide verimli kullanacağım bir şekilde gelişmediği ve evde kendi kendine türünde bir araştırma olduğu için. Ne bileyim belki sosyoloji okurum bu sene...Paula Freire nin Okuryazarlık üzerine bir kitabı var. Mintz in şeker ve güç ayrıca Weber'in İstanbul gecekondularındayaşayan kadınların politik katılımcılığı üzerine. Bu üç kitap birbirinden ayrı konularda ama temelde "kendi kendini güçlendirme" üzerine... örgütlenmenin, eğitimin ve temelde eleştirel düşüncenin bireyi nasıl güçlendirdiğine ilişkin... Ama sorun şu ki bunlar da tek başıma kalkışamayacağım işler...

Eee neden bahsedeyim. Nevruz kutlamasında ölen insanlardan mı? Politik temsiliyeti olmayan insanlardan kurulu koca bir ülkeden mi? Sosyal adaletsizlikten mi? Demokrasinin yokluğundan mı? Büyük çöküşten mi? Bölünmekten niye korkulsun ki çöküyorken... Bu ülkenin yönetim biçimi ne? Kimler yönetir? Rejim nedir? Hayır bilmek istiyorum ki o merciye laf edeyim. Tabi böyle bir laf etme muhalefet hakkım da yok. Yarısı açıkça yasak diğer yarısı otosansür...

En temel insani haklardan yoksun olunan bir yerde, devletin halkı üzerinde keyfiyete varan kararlarıyla baskı üretiyor, halkın seçtiği partiler kapatılıyor ee şimdi demokrasiden kim bahsediyor? Bir ülkede insanlar -kendileri için var olan- devletten, polisten, askerden korkarsa... Ve bir kısmı da bu devletten, polisten askerden medet umarsa, her türlü bölünüyoruz diye o denli açken üstelik... Evet bölünüyorsak da "ekonomik" bakımından "bölünüyoruz" fikren herkes bölünmüştür zaten!

İşte böyle bir gerçekliğin içinde "galerinin korunaklı doğasında olmak" üzerine düşünüyorum. Benim insan olarak konuşmaya ve düşündüklerimi söylemeye hakkımın olmadığı bir coğrafyada sanatçı olarak yerim neresi?

Kapana kısıldım.

SULUKULE PLATFORMU'nun Başbakan'a yanıtı

Sayın Başbakan,

Bizler hep Sulukule’deyiz... Sokaklarını, evlerini ve hatta içlerindeki hayatları tek tek biliriz...

Sulukule’yi görmemiş, oraya hiç gitmemis olanlar bizler degil, bu mahalledeki binlerce kisinin kaderi hakkında, fikirlerine hic basvurmadan karar vermis olanlardır Sayın Başbakan.

Şöyleki; Fatih Belediye Başkanı Sayın Mustafa Demir, Sulukule’ye sadece iki kez uğramıştır. Birincisi, seçim öncesiydi! Arabasıyla mahallede şöyle bir tur atmış, ve “tehlikeli” bir semt olduğunu düşünerek, arabadan inmek zahmetine bile girmemişti...

İkincisi ise, 9 Şubat 2008 günüydü. Yani projenin epey yol almasından sonra. AB-Türkiye Karma Parlamenterler Komisyonu Eşbaşkanı Sayın Joost Lagendijk’ın Sulukule Platformu’nun davetlisi olarak mahalleye geldiği gün. Bir baskın gibi gerçekleştirdiği bu ziyareti kısa kesip, mahalleyi terketmek zorunda kalmıştı.

Oysa, Sulukule “yenileme” projesine nedenlerini belirterek karşı çıkan bizler, ya zaten Sulukuleliyiz, ya da vaktini oradaki insanlara yararlı olmak için bizzat orada geçiren platform üyeleriyiz... Sivil toplum kuruluşları, mimar, sanat tarihçisi, şehir planlamacısı, gazeteci, öğrenci, sosyolog, tarihçi, öğretim görevlisi, hukukçu, yazar, sanatçı, müzisyen, esnaf, din adamı, işçi vs. vs yiz... Hepimiz, Sulukule’yi iyi tanıyan, iyi bilen, insanlarız... Mahallenin sokaklarında dolaşırken, “birileri” gibi korku duymaz, “tehlikeli” demeyiz...

“Orayı görmemişlerdir bile” dediğiniz bizler, defalarca Fatih Belediyesi ile görüşmelere oturmuş, somut önerilerde bulunmuş ve projenin, insanları ve tarihi kale alan, katılımcı, uluslararsı anlaşmalara uygun bir prosedürle oluşturulması için bizzat çaba harcamış kuruluşlar ve insanlarız. Bu konuda bilgilendirme eksikliği içinde ve hatta yanıltılma durumunda olduğunuzu düşünüyoruz.

Sulukule Platformu, meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, uzman kişilerin ve en önemlisi mahalle halkının içinde olacağı “çok ortaklı bir çalışma komitesi” oluştuma önerisini defalarca belediyeye sunmuş ve bu konuda bir protokol çalışması da yapmıştır. Nitekim bu öneri, kendileri tarafından da kabul görmüş, davetimiz üzerine de bizzat kendilerinin de katıldığı ortak toplantılar yapılmışıtır. Ayrıca, zaman zaman kendileri ziyaret edilerek projenin nasıl gercekleşmesi gerektiği konusunda görüşlerimiz kendilerine aktarılmıştır.

Size gösterilmiş olduğunu sandığımız ve gerek TBMM İnsan haklarını İnceleme Komisyon’unda, gerek Avrupa Parlamentosu’nda ve daha bir çok yerde ilgililere gösterdikleri videolu sunum içinde, platform üyelerinin yer alması bundandır Sayın Başbakan. Ama ne yazık ki, bu görüntüler sessiz olarak, sadece “bakın biz onların da fikrini aldık ve projeyi öyle oluşturduk” demek için göstermelik olarak kullanılmış, ama orada konuşulanlar, platformun öneri ve fikirleri hiç yansıtılmamış, kale alınmamış sonra da “somut hiç bir şey söylemiyorlar, iyi niyetli değiller, işbirliğine yanaşmıyorlar, sadece itiraz ediyorlar” şeklinde kulisler yürütülmüştür.

Bütün çabamızı yerel yöneticilerle “ortak bir komisyon halinde çalışmak” için harcadığımız halde, ısrarlarımızla gerçekleşebilen bir kaç toplantıdan sonra, köprüleri atan bizzat kendileri olmuştur. Bütün bunlar belgelerle sabittir Sayın Başbakan...

Sulukule’deki sefalete ve “ucubelik” e gelince, bunun burada yaşayanların değil, mahalle ile tek ilgileri yıkıp yok etmek olan yönetimlerin ayıbı olduğunu düşünüyoruz.
Bir zamanlar, zenginliğiyle ünlü bu semtin (Sepetçiler Kasrı’nın, Sulukuleli sepetçiler tarafindan III. Murat’a hediye olarak yaptırıldığı söylenir), giderek çökmesi, bizzat devlet eliyle gercekleştirilmiştir.

Yakın tarihte, devlet elinin buraya, sadece, evleri, işyerlerini yıkmak, insanların geçim kaynaklarını kurutmak, toplum içinde ayırımcılığa uğrayan bu insanları “esmer vatandaşlar” diye niteleyerek daha da dışlamak için uzandığını hatırlatmak istiyoruz.

Sulukule “ucubesi”, işyerlerinin yerle bir edilmesi, yaşam ekonomisinin yok edilmesi, insanların sokaklarda sürüklenerek hortumlarla dövülmesi, kadınların zührevi hastalıklara sevkedilmesi, müzik aletlerinin sokaklarda parçalanması ve çocukların bu şiddetin ortasında büyümeye mahkum edilmesi sayesinde yaratıldı Sayın Başbakan!

“Sulukule ucubesi”, kendinden menkul bir ucube değildir! Ne bu insanlar “ucube” doğmuştur, ne de mahalle “ucube” olarak tasarlanıp inşa edilmiştir. Mahallenin bu hale gelmesi bizzat yönetimlerin ayıbıdır ve bu “ayıp”lar silsilesine bir yenisi daha eklenmek üzeredir.

Bu ayıbın adı ranttır, bu ayıbın adı koca bir kültürü yok etmektir, bu ayıbın adı sürgündür...

Ve yine hatırlatmak isteriz ki Sayın Başbakan, bir “İstanbul sevdalısı” olarak, Sulukule’den sürmek istediğiniz bu insanlar, şehre “vize” ile girmesi gerektiğini düşündüğünüz insanlar (!) değil, herkesten çok İstanbullu olanlardır. Mahalledeki kökleri bin yıl öncesine dayanır. Memleketleri sorulduğunda, yanıtları, “Istanbul, Sulukeliyim”dir. Yani onların gidecek başka bir köyü, memleketi yoktur. Ellerinden çıkartmak zorunda bırakıldıkları tapuları da, ta Osmanlı’dan kalma tapulardır bir kısmının.

Biz mahalleliyiz, mahalledeyiz Sayın Başbakan. Sulukule’deki yoksul insanların ellerinden, yokluk içindeki evlerinin nasıl alındığını, yeni sahiplerinin kimler olduğunu biliriz. Bunu öğrenmek için, Fatih AKP ilçe örgütü içinde kimlerin niye istifa ettirildiğini araştırmanız; ilçe meclisinde projenin oylandığı oturumun tutanaklarını okumanız; bazı AKP’li üyelerin projeye niye red oyu verdiğini sormanız ve tabii yeni sahiplerin kimler olduğunu soruşturmanız yeterli olacaktır.

Sizden bütün istediğimiz bu Sayın Başbakan!

Ve size gerçekten teşekkür etmek isteriz;

-Bu projenin bizzat burada halen yaşayan insanlar için yapıldığını, kimsenin göç etmek zorunda kalmayacağını, yenileme sırasında mahalle sakinlerinin geçici olarak bir yere taşınarak, inşaat bittiğinde herkesin yeniden buraya yerleştirileceğini;
-Borçlandırmanın sürgün yeri için değil, kendi arsaları üzerinde inşa edilecek evler için yapılacağını;
-Projenin, mahalle sakinlerinin ihtiyaçlarına göre katılımcı bir süreçle düzenleneceğini;
-Ardından gelecek sosyal ve ekonomik kalkındırma projeleriyle, mahallenin, kendi kültürünü daha da zenginleştirmesine fırsat vererek yaşatılacağını;
-Tarihsel dokunun korunacağını, otopark yapmak uğruna arkeolojik zenginliklerin yok edilmeyeceğini, uluslararası anlaşmalara uyumlu bir proje yapılacağını

Söylediğiniz zaman, size gerçekten gönülden teşekkür edeceğiz...

Kısaca, “Sulukule, Sulukuleliler için yenileniyor”, sizden duymak istediğimiz tek söz bu Sayın Başbakan...

Bizler Sulukule’ye gitmeye, orada olmaya devam edeceğiz ve şimdiye kadar defalarca belirttiğimiz ve kanıtladığımız gibi, sivil toplum kuruluşları olarak, katılımcı bir proje için işbirliğine hazır olduğumuzu bir kez daha duyuruyoruz.

Size yansıtılmayan bu bilgiler ışığında, durumu yeniden gözden geçireceğinize inanıyoruz Sayın Başbakan... Saygılarımızla...

Önemli ek bilgiler:
Sulukule, Romanların büyük göçten sonra ilk yerleştikleri ve bazılarının tekrar yola koyularak dünyaya dağıldıkları mekandır. Tarihte de adı Sulukule kapısı olarak anılan, beşinci sur kapısından şehre 1054 yılı dolaylarında girdikleri yazılır. Nitekim, dünyanin dört bir yanından Meksika’dan, Amerika’dan, Kanada’dan, Balkan ülkelerinden Romanlar, yaz aylarında bölgeyi ziyarete gelerek, bu kapının etrafında dolaşırlar ve bir gelenek olarak çevre halkına yağ dağıtırlar. Bunu öğrenmek ancak, bölgedeki zengin sözlü tarih kaynaklarına başvurmakla mümkündür.

Bin yılı aşkın bir süredir nesilden nesile aktarılan bu kültürün yok edilmesine izin vermeyiniz.Bu kültürün, Osmanlı döneminde, yok edilmek, sürülmek bir yana, tam aksine korunduğunu, saygın bir konumda olduğunu hatırlatmak isteriz. Fatih Sultan Mehmet, Bizans zamanında Balkanlara göç eden Romanları, zanaatlarını (demircilik, bakırcılık, el sanatları, müzik, sepetçilik vs) icra edip ülkeyi gelistirmeleri için tekrar Istanbul’a davet etmiş ve onları, bugün yok edilmek istenen mahalleye yerleştirmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ise, Osmanlı ordusu yanında savaşlara katılmak anlamına gelen Sancak’ı vermiştir.

Bu mahallenin, kimi dünya çapında, kimi ülke çapında çok saygın sanatçılar yetiştirdiğini bilmeyen yoktur. Müzik alanında Sulukule dünya çapında bir ekol olarak kabul edilmektedir ve dünyada biricik örnektir. Burada, nesilden nesile aktarılan ve Sulukuleli Romanların birarada yaşamaları sayesinde sürekli ve yeniden üretilen bu kültür, yıkılması değil, aksine koruma altına alınması gereken “somut olmayan bir kültür mirası”dır.

Tüm istediğimiz bu mirasın korunması, geliştirilmesine fırsat ve olanak sunularak dünya çapında örnek teşkil edecek şekilde yaşatılmasıdır. Ama içindeki gerçek sahipleriyle birlikte! Onları oralardan sürüp, sokaklara mahkum ederek, sonra da heykellerini dikip, “bir zamanlar burada Romanlar yaşardı” denilecek bir proje değil, “Işte bu kültürü biz böyle koruyoruz, bu insanlarımıza ve kültürlerine gerçekten önem veriyoruz” dedirtecek bir projeyle... Sulukule, gerçek sahipleriyle birlikte zaten yaşayan bir müzedir, tek gereken bu müzenin sakinleriyle birlikte iyileştirilmesi ve kalkındırılmasıdır... Işte o zaman bütün dünyaya örnek bir proje yaratılabilecektir...
Sayın Başbakan, bu cümleleri aynen yerel yönetilere de defalarca tekrarladık...

İlgi ve bilginize...

www.sulukule.org

İyi Kullanılmış Oy Pusulası


Internette bulduğum bu imaj; Putin'in devlet başkanı seçildiği seçimler sırasında bir vatandaşın oy pusulası üzerine yaptığı bir çalışma. Uzerinde Putin'in köpeği Koni kastedilerek, Oyum KONI'ye yazıyor.

Bayıldım...

Bu maili aldiğinda Yeşil politikayı tekrar düşün

Geçenlerde birisinden aldığım emailin altında bu cümleyi ve şirin logoyu gördüm.

" Bu mesajı yazdırmadan önce çevreye verebileceğiniz zararları bir kez daha düşününüz. / Think of the environment once more before printing out this message."



Bayıldım tabi, hemen gönderdiğim emaillerin altında görünmesini sağladım. Ne yalan söyleyeyim slogandan öte, yazılanları daha hoş gösteren bir süs gibi. Estetik yani, hem reddedilemez ki daha az kağıt kullanmaya çalışmak, çevreye verilen zararı düşünmek bunu diğerlerinin bilmesini sağlamak... Aslında konu hakkındaki gerçek fikrim bu değil; binlerce benzeri arasından bir örnekle başlayayım...

İngiltere'ye şeker ilk geldiğinde ancak kraliyet ailesinin sahip olabildiği bir ilaç, sonraları gösterişli şekerlemeler ve yaygınlaştıkça aristokratların sofralarında bulunan ama hala fakir halkın ulaşamadığı bir madde. Karayiplerdeki plantasyonlardan, kolonyalizmden veya kölelikten bahsetmeyeceğim bile... Herneyse, zamanla şeker üretiminde gelişmeler olduğunda şeker bollaşınca ingilteredeki fakir insanlar bunu kullanabilmeye başlıyor. Böylece ingilterede yaşayan işçi sınıfı ve alt sınıflara "şeker tüketebiliyor olmak" refah seviyesindeki artış olarak gösteriliyor donemin egemen kesimi tarafından. Bakın artık sizler de tıpkı zenginlerin yapabildiği gibi şeker tüketebiliyorsunuz. Oysa amaçlanan yoksul ailelerin beslenme gereksinimlerini reçel gibi maddelerle ucuza sağlamak ve bu yolla onların aç kalmamaları sağlanmış olacaktı -ki bu yetersiz beslenmelerine yol açsa bile-Hatta ilginç olan o dönem esmer şekerin bu fakir aileler tarafından tüketildiğini ve beyaz şekerin o dönem saf ve pahalı olduğunu eklemek gerekir. Bu günümüzdeki durumun tam tersi oluyor. Şekerle ilgili bu bilgileri; Sidney W. Mintz'in Şeker ve Güç, Şekerin modern tarihteki yeri kitabından edindim.

İki sayı önce Mute dergisi başlığı "It is not easy to being green" di.( Yeşil olmak kolay değil.)http://www.metamute.org/en/Mute-Vol-2-5-Its-Not-Easy-Being-Green-The-Climate-Change-Issue

Bu sayı iklim değişikliği ve kapital bağlamında, global ölçekte savunulan yeşil hayatı korumak üzere üretilen politikalara eleştirel bir gözle yaklaşıyor.Türkiye de hiç olamamış yeşil hareket bir yana, son derece popüler olan ve küresel geçerliliği bulunan bir argüman salgın halinde tüm dünya medyasınca üzerinde durulan bir konu iklim değişikliği, küresel ısınma ve insanın doğaya verdiği zarar ve bu her gün dünya basınında kendisine yer buluyor. Mute'un bu sayısında okuduğum bir makale ve bu gün gazete okurken yandaki reklamlara gözümün kaymasıyla durum daha da açık hale geldi.Tim Forsyth ve Zoe Young'un makalesinden (Climate Change CO2lonialism) bir alıntı:"a member of the UN Climate Change Secretariat noted privately that ‘climate change is like god – if it did not exist, it would have to be invented’. "

Büyük haritalara bakma zorunluluğu şart, yani medyayla başımıza gelen bu acil duyarlılık gösterme hali nasıl da bir reklam unsuruna ve ürünleri satarken bu duyarlılık kisvesiyle alıcıyı sürüklemeyle sonuçlanıyor. -doğaya yakınlık doğal besinler yani organik ürün reklamlarındaki duyarlılık hali) Global ölçekte hayatımızı etkileyen her şey nedense küçük iyilik demetleri sayesinde yediriliyor.

Bir yere demokrasi götürmek, teröre karşı olmak veya yeşil hayatı korumak adına savaş açmak meşru bu gün dünyamızda.

Şehirleri düzeltmek ve kentsel dönüşüm adıyla bir grup insanın dışlanması, hayatlarının hiçe sayılması meşrulaştırılıyor, Sulukule de yıklılan evlerin İstanbul şehrini ne kadar dönüştürmekte? veya bu kağıt geridönüşüm işçilerinin dergisinde rastladığım, bu işin ne kadar büyük rant getireceğini anlamış yönetim şimdi bu insanları işlerinden edecek bunu da süper avrupalı olmak ve geri dönüşüm bilincinin artması suistimaliyle yapacak muhtemelen.

Her kötücül teşebbüs bir iyilik bir vicdani durumun arkasına eklenmek suretiyle meşrulaşacak.

Duyarlılıktan öldüğüm, süper duyarlı olduğum için değil de; en temel insani haklardan mahkum bırakılmış ve en ezici ekonomik koşullara maruz kalınan, saçma sapan tartışmalarla kendi iç sorunları yumağıyla cebelleşen ve savaşan bir yerde yaşamamdan dolayı "büyük çöküşle" ilgileniyor olmam.

O zaman
" Bu mesajı yazdırmadan önce çevreye verebileceğiniz zararları bir kez daha düşününüz. / Think of the environment once more before printing out this message."

ve şu eklenebilir;

"bu mesajı aldığınızda global yeşil politikayı tekrar düşünün"

Geri dönüşüm işçileri gazetesi

Derginin sloganı:

"kapitalizmi tarihin çöplüğüne atmayın, beş para etmiyor!"

http://katikdergi.org/

-----

1967 yılından beri yapıyorum bu işi Yenimahalle’de otururdum o zaman. Matbaalar depolara kağıt getirirdi. Rüzgarlı’da depomuz vardı. Balya yapar fabrikalara gönderirdik. İzmit’e giderdi. 1975 lerde çöplerden kağıt toplanırdı. Naylon, plastik kullanılmazdı. O yüzden çöplerde bulunmazdı. Ankara’da bu işi yapan bulunmazdı. Bu yüzden Niğde Bor ilçesinin Keçikalesi köyünden gelirlerdi çalışmaya.

Kağıdın kilosu 10 kuruştu. Bir ekmek 100 kuruş. Rekabet olmadığı için kağıt ucuzdu o zaman. 1 Hamur Kağıt çıkmazdı. Şimdiki gibi arabada kullanılmazdı. Çuvallarla biriktirirdik. Bahçeli, Ayrancı, Ulus tarafında işe çıkardık. O zamanlarda ikinci sınıf insan görülüyorduk. Günlük kazancımız 3 lira falan olurdu galiba.

80 darbesinden sonra göç başladı, birde yoksulluk arttı ondan sonra yaygınlaşmaya başladı bu iş. Arabalarla kağıda çıkılmaya başlandı. İlk Yahyalarda mahalle olarak toplanmaya başladı. Kağıt birde hurda. Naylon alınmazdı pek. 1981 yılında kağıdın kilosu 80 kuruştu. Fabrikalar kuruldu ve kağıdın değeri artmaya başladı.

Kağıt fiyatları dolarla bağlantılı diye düşünüyorum çünkü ithal ediliyor. Çiller döneminde 1000 liraydı kağıt. 5 Şubattan sonra 10 kat arttı.

Kağıtçıların çok sıkıntısı var. Bugün artık bir sektör haline geldi bu iş. Örgütlenmek ve hakkımızı aramak için geç bile kaldığımızı düşünüyorum. Tüm kağıtçılar örgütlülüğümüzü güçlendirmeliler, desteklemeliler.


ATIK KAĞIT İŞÇİSİ ERDAL

---

"Kağıtçı" tabirini kullanan Erdal bana kağıda yazan kişileri de kapsar mi bu terim diye düşündürdü. Kağıda yazan, kağıda çizen, kağıdı okuyan olarak ben de baya kağıtçımıyım?

Kağıtçıyım.

Çok yakında çöplerimizi ayırmaya başlayacağız, hep - iyi ve olumlu-kisvesi,

ben boğuldum.

İstiklal'de fırlatılan kaldırım taşları

19.ocak, Hrant Dink'in ölümü üzerinden tam 1 yıl geçti. Düşünceleri yüzünden insanların öldürüldüğü bir ülkedeyiz.

Devletin aleni veya örtük,sistematik veya değil her tür sivil kaynaklı demokratikleşme istemini engellemesi ve tüm kurumlarını sivillerine karşı kullanması noktasındayız. Temsili demokrasi ancak sivillerin etkin katılımı ile işleyebilir. Bu ise bu ülkede namevcut. Veya yöneten kesim ideolojisine sahip siviller bu hakkı kullanmakta.

Türkiye, kof demokrasi ile yönetilen bir ülkedir. İçi oyuktur. Demokrasi en iyi uygulandığı yerlerde bile tekrar tekrar mevcut şeklinin işleyip işlemediğini düşünmeyi, güncellemeyi gerektirir. Ama sağlam temeller üzerine oturmayan kof bir demokrasi ve bundan kurtulmak için getirilen her tür demokratikleştirme çabasını ilerici eleştirileri, yanlış etiketlemek kutuplaştırmak yasaklamak bu ülkeye en büyük zararı getiriyor.

___

Bu gün öğleden sonra istklal caddesi tünelde tam isveç konsolosluğu önünde faşizm karşıtı sloganlar atan bir grup ve polis birbirine girdi. Kaldırım taşları söküldü, fırlatıldı.

Cam kırığı sesleri geldi. Galiba Milliyetçi Hareket Partisi teşkilat binasının bir camı indi.

Kalabalığın üzerine hızla iki polis arabası daldı arkasından bu grup polis arabasını yamuk yumuk etti darbelerle. Çöp tenekesi- yeşil plastik olanlardan havada uçtuğunu gördüm. Sesler arttı. Bu iki araba o kadar hızla gitti ve kısa sürede daha fazla yaya polis geldi. Polis bu sivilleri kovalamaya başladı. Havaya ateş açıldı birkaç el.

Bir anda herşey karıştı. Ben çok korktum birileri ölecek diye polis veya sivil, bir ölüm korkunç olurdu.

Sonra iki gencin tutuklandığını gördüm. Bir tanesi uzun saçlıydı, açık kumral kıvırcık, polis başından bastırıyordu. Yalpalayarak yürüyordu. Ben annesini düşündüm hemen, tuhafdır, annesi oğlunun uzun saçlarını ne çok seviyordur diye geçti aklımdan. Diğeri daha zayıftı, kara kuru ama onu fazla görmedim. Onlara içerde işkence yapılmamasını, bu geceyi insan gibi atlatmalarını diledim. Cehaletle işkence edilen hayatları kararan manisalı gençler aklıma geldi.

Sonra tam bu karmaşada islami ve milliyetçi sloganlar atarak holigan karakterli bir grup belirdi, davul vardı ellerinde. Asmalımescitten çıktılar ve kazancıdan aşağıya indiler.Gürültülüydüler.

Karmaşa özetle şuydu; Hemen yanımda polis ve faşizm karşıtı grup karşı karşıya geldi, polis bu grup heryana dağılıp kaçınca işte gözaltına alınanlar geçti önümden. Az sonra da bu korkunç gürültülü faşist grup geçti tam ters istikametten. Olay çok büyümedi ara sokaklardaki koşturmaçaları görmedim tabii.

Tüm bunların arasında şiddetli bir sivil savaş endişesi duydum. Çok ama çok derinden bir sıkıntı tarifsiz. Yüzüm asıldı, gelecekten işlerin çığırından çıkmasından deli gibi korktum. Polisin güvenlik amaçlı bir kurum olmak yerine düşünen beyinleri susturmak için çalışması hep korkunçtu.

Politik katılımcılığın artması değil aksine baskılanması aleni aşikar bu toprakta. Demokrasiyi kendine ve kendi gibilere yontan yönetim bu ülkeyi mahfediyor.

Seçim döneminde vatan bölünmesi üzerinden politika üretenler, televizyonda bayraklarla donatılan vatan. Üniversiteler ce bile destek bulan aşırı milliyetçilik. Militarizm. Şiddet seviciliği. Evet bu eşsiz vatan, bu sosyal adaletsizlikte, insaniyetini de yitirmekte... Ben bu gün çok korktum. Gerçekten.Şiddetin hiçbir türünü kabul edemiyorum. Ama İtiraf ediyorum, yerlerinden sökülen kaldırım taşlarını görmek beni yine de sevindirdi.

___

FİKRİNİ ÖZGÜRCE İFADE ETMEK, bir haktır.

yokluğu durumunda,

Fikrini özgürce ifade etmeyi İSTEMEK

de öyle.

Eve döndüm. sakinleştirici aldım.

you tube, sansürlenmiş.

___


bir sorum var:

Türkiye de TELEVİZYON ve EKMEK kullanımı yasaklanırsa ne olur?

Ev



"Toki ve mutluluk", aslında başka bir film projesi için mekan arayışımla başladı...
Şu sıra bunun üzerinde çalışıyorum... Dahası gelecek, proje şekillendikçe ara ara bu blogdan yazacağım. İmaj, tüm dosyanın kapağı.

Haklılığını ve neye karşı olduğunu doğru tespit etme zorunluluğu

1.

Geçenlerde bir arkadaşımla karşılaştık tesadüfen, kendisi Slazburg'da bir okulda başlamış 3. üniversitesi. Yine sanatla ilgili... 3 aydır yurtdışında. yaklaşık 10 yıldır görüşmüyoruz. Bana yurtdışına gittiğinde olan bitenden düşüncelerinin, görüşlerinin giderek değişmeye başladığından bahsediyordu.

"Milliyetçi mi oldun?" diye sordum.

İki saattir dilimde dolandırdığım şeyi çat diye yüzüme söyledin dedi.

Avrupalılara! kızgındı ve "türkiyenin yanlış imajı dediği"(denilen) ve yurtdışında özellikle avrupa da türkler hakkındaki önyargılardan nasibini fazlaca alarak bu arkadaşım "Hedefini" şaşırıyordu. Kızgınlığını ve neye kızgın olduğunun tahlilini doğru yapmayarak öfkesini de yanlış bir şeye karşı gösteriyordu. Kolonyalizmin tarihini okumakla rahatça çözülecekti olay oysaki...Veya büyük insan gruplarının hayatlarını şekillendirecek kararlar alan, kitlelerin yönetimini elinde bulunduran -ulusal veya küresel ölçekte- kişi kurum veya herhangi bir otoriteye kızacağı yere "Kıçı boklu avrupalılar" diyebiliyordu. Eğer bir genelleme yapılacak ve birçok küme bir gurupta toplanıp yuvarlanacak ve bu yuvarlamada tüm avrupalıların ırkçı olduğu sonucu çıkacaksa, ben"orta sınıf avrupalı genellikle politik doğrucu -ve kasaba akıllı- avrupalıların" ( bir genelleme de benden!)gerçek suçlular olmadığı genellemesini yapacağım. Bu sıradan avrupalı ve eleştirel bir bilinçten yoksun kişi kendi sosyal sınıfının çaktırmadan, sinsice dayatılmış çoğunlukla sofistike olmayan ve yine genellemelerden oluşan düşünce kalıplarını alır ve benimser. Ülkesinde demokrasinin tıkır tıkır işlediğinden, insan haklarına saygılı olmaktan dolayı gururludur bu avrupalı türü en büyük hatası "sahiden öyle midir?" sorusunu sorma gereği duymamasıdır. Ama bu durumda türklere getirilen önyargılardan sıkılıp, "Osmanlıya bak mesela aslında türkler tarihleri boyunca muhteşemdi neden ezik olalım ki" çıkarımına ulaşmak kadar sapkınlık olamaz.*

Bu düpedüz milliyetçilikten rahatsızlık duyup, milliyetçilik üretmektir.

Neye karşı bu arkadaşım?

İnsanların fıtratında sorgulama ve soru sorma ve temelde muhakeme yetileri yokluğundan dolayıdır aksama. Zaten bu basit muhakeme kodu olsaydı bu kişiler genel önyargıları sorgulamadan araştırmadan benimsemeyecek ve az bilgiyle konuşmayacaklardı.

Ama şimdi benim derdim şu, bu "avrupa düşmanı türkçü" ye evrilen bu "eğitimli" arkadaşım aynı hatayı yapmasaydı keşke.

Tarihe karışmazsa iyi olacak bir söz vardır. "Sanatçı toplumun bir adım önündedir." Ben sinmiş ve "başkaları adına konuşmama" erdemi savıyla tarafsızlaşmış, zaman zaman da "popülerliği sayesinde bu toplumun ilerisinde olma ve bunu kitlelere iletme" şansını kullanmayan sanatçıların çoğaldığı bir dünya düzeninde. Gerçekten aydın-sanatçı tipinin güçlenerek geri gelmesini yürekten istiyorum. İşte benim bu arkadaşım, toplumun da gerisinde düşünceleriyle ama ilerisinde olduğu yanılsamasına bulanarak nasıl da o eleştirdiği avrupalılar gibi oluveriyordu. Sanatçı olmanın en önemli özelliklerinden olan "Soru soran adam" olma özelliğinin sanatçıların gündemlerinden silinmesine bozuluyorum. Zira Hedfini şaşıran -sıklıkla şaşıran- bir kuruma dönüştü sanatçının karakteri. Hep şikayeti edilen türkiye coğrafyasında "sanatçı" denildiğinde Seda Sayan'ın akıllara gelmesi değil problem, seda sayan iyi bir insandır üstelik, sınıfının adamıdır, cesurdur. Peki sanatçı nasıl bir kişidir bu topraklarda?

Ben kendime bunu soruyorum.
...

"Hedef şaşırma"yı hedefi vuramamaktan ziyade "görememek" anlamında kullanıyorum, bir şeye yönelen nefretini- durumu yanlış tahlil edip tamamen yanlış hedefe yönelmek olarak kullanıyorum. Bu da işleri çıkmaza sokuyor zira bu hedef şaşmasının akabinde yanlış çıkarımlarla sonuçlanıyor. Bu topraklarda bundan bir dolu var üstelik.

Arkadaşıma eğer kendisini kötü hissediyorsa ZARA ya gidip gönüllü çalışmasını önerdim. Avusturya'da ırkçılık ve ayrımcılıkla ilgili bir sivil toplum kuruluşu. Oldukça önemli projeler yapıyorlar. Mesela bir projeleri türk, arap, siyah insanları cuma gecesi eylence mekanlarına götürüp gizlice izliyorlar. Burada etnik kimlikten dolayı ayrımcılık yapılıp yapılmadığını deniyorlar ve varsa çalışmalarına başlıyorlar. Ben metodlarına bayıldım zira teorik ve yaşamdan uzak bir yaklaşım yerine direkt olarak sosyal yaşantının içine sızıp çalışıyorlar. ( ilgilenenlere: http://www.zara.or.at)

Bu yöntemin Amsterdam da fotoğrafladığım "Müslüman da insandır Ayşeyi işten atmayın" afişinden daha fazla işe yarar buluyorum.



Diğer örnekler; İsrailin Filistin üzerine uyguladığı politikasına kızıp, yahudiliği korkunç ilan eden ve yahudileri rencide edip aşağılayarak iş yaptım zanneden anti-semitikler. Kendi haklılığını doğru tespit edip ama inatla yanlış hedefe saldırmak değilse nedir. Aynı şekilde islam dinine mensup kişileri terör tehditi olarak işaretleyip Fransa De Gaulle havalimanındaki işlerine son veren zihniyet gibi.

Tam da çokkültürcülük savıyla üretilmedi mi milliyetçilik avrupa da? Ya da dünya;" ulusal güvenlik" fikriyle başlamadı mı savaş ticaretine?

Türkiye de son dönemde, militarizmin ve savaşın normalleştirildiği böylece de askerin yönetimdeki katkısının alenen onaylandığı ortamda. Kürtler hakında -özellikle son dönemde artan- aleni Kürt düşmanlığının körüklenmesine de normal kabul edilmesine de yine aynı basit muhakeme yoksunluğu neden oluyor. Üstelik kendini aydın sayan ve topluma kendini bu şekilde tanıtan kişiler ve sanatçılarda bu gizli ve tehlikeli ırkçılıkdan kendilerini alamıyorlar. Meselelerin iyi tahlillerini yapan kişilerin öldürüldüğü ülkemizde dinamik düşünceye sahip Hırant Dink gibi aydınlar gerekiyor. Politika üretirken dinamik-eleştirel bakabilen yuvarlanmış genellenmiş söylemleri akıl açıklığıyla görüp değerlendirebilen ve düşünce üreten birisiydi ve öldürüldü.

Hedefini şaşırmayan, iyi tahlil edenler hedef oluyor bu ülkede.

Muhalif politikalar ürettiğine inanan insanların farklı haritaları farklı katmanları hesaba katmaları aciliyeti var, daha dinamik-sürekli bir düşünce pratiğine yönelmek zorunda, aksi bu düpedüz oyalanmak. Yanlış sahada çalışma yapmak, yazık emek. Temelde teröre karşı olmak, şiddete karşı olmak ve savaşa karşı olmak üzerine tekrar düşünülesi şeyler. Haklılığını doğru tespit edip, karşı olduğun durumu doğru tespit edip doğru şeyi üretmek zorundayız.

Hrant Dink ardından benim sorumlu hissettiğim ve yapmaya çalıştığım şey de evimin köşesindeki parka Hrant Dink heykeli dikilmesine uğraşmaktansa, Hrant Dinklerin nasıl yetişebileceğini düşünmek, kendi körlüğümü azaltmak için uğraşmak... işimi "iyi" ve "bilinçli" yapmaya çalışmak.

Ben dünya üzerindeki haksızlık ve adaletsizlikten kaynaklanan kızgınlığımı, kendime yöneltip-hasta olmamak ve başkalarına yöneltip-şiddeti kutsamak yerine "çabalamak" istiyorum.

Ve evet,

Plajın altında kaldırım taşları var.**


-----

*Bu çıkarım karşı düşünce olarak tehlikeli. Aklıma geldi şimdi; Don Kişot'un bir bölümünde Osmanlıdan söz açılır. ki Cervantes de esir olarak istanbulda kalmış hatta sol eli osmanlıda zarar görmüştür. Ancak bir yazar sol elini kaybettiği bir yer ve yöneticileri hakkında karakterine o kadar güzel şeyler söyletir ki bu şaşırtıcıdır. Osmanlı hükümdarlarının dünyanın en adaletli ve erdemli hükümdarları olarak anar. Bu hatırlatma bir yana Cervantes bu kitabıyla dehadır. Yaratıcılık nedir sorusunun tarihdeki en güzel yanıtıdır.

** Plajın Altında Kaldırım taşları, proje4l istanbul güncel sanat müzesinde gerçekleştirilen Halil Altındere ve Vasıf Kortun küratörlüğünde gerçekleşen sergi.

PELİN TAN Gönderisi

The historical Romani district of Istanbul, Sulukule, is to be
destroyed under the name of "urban renewal" and the Roma living there
are to be expulsed out of the city. Please react and show your support
urgently!...

Sulukule Platform



Le quartier historique des Roms d'Istanbul, Sulukule, sera demoli sous
pretexte de "renovation urbain" et ses habitants gitans seront
expulses en dehors de la ville. S'il vous plait reagissez et montrez
votre soutien en urgence!...

La plateforme de Sulukule



El barrio historico de los gitanos d'Istanbul, Sulukule, sera
destruido con el pretexto de "renovacion urbana" y sus habitantes van
a ser expulsados fuera de la cuidad. Por favor protestar y manifestar
vuestro apoyo de urgencia!...

La Platforma de Sulukule


Istanbul'un tarihi Roman mahallesi Sulukule, "kentsel yenileme" adi
altinda yikilmak ve mahalle sakinleri kentin disina surulmek
isteniyor! Lutfen acil olarak tepkinizi ve Sulukule sakinlerine
desteginizi gosterin!...

Sulukule Platformu

Çağdaş belediyecilik




BUCA BELEDİYESİ RESMİ AÇIKLAMASI.

"Çaldıran Mahallesi taş ocakları mevkiinde kayaların şekline uygun yaklaşık 40 m. yüksekliğinde 3 boyutlu olarak konuşlandırılacak, ulu önder Atatürk'ün rölyef çalışması ihalesi yapılmıştır. Uygulaması yapılacak Atatürk resmi Belediyemiz ve akademisyenler tarafından oluşan bir kurul tarafından seçilmiştir. Atatürk Maskı'nın kaya zemin üzerine işlenmesi işinin teknik danışmanlığını; Dokuz Eylül Üniversitesi ve Ege Üniversitesi Jeoloji, Jeofizik ve İnşaat Bölümü hocaları yapmakta olup, fizibilite ve projelendirme çalışmaları bittiğinde, tahmini olarak 50 ton çelik hasır, 500 m3 püskürtme beton ve 300 ton çelik konstrüksiyon kullanılacaktır.Tepe civarında çevre düzenleme çalışmaları yapılacak.Ayrıca alan gece gündüz aydınlatılacaktır.
Bu rölyef çalışmasıyla ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün adına yakışır bir eser yaratmakla birlikte hem ilçemizin hem de kentimizin tanıtımına olanak sağlayan bir proje kazandırılmış olacaktır."

http://www.buca.bel.tr/00300-197-071020.php

Totaliter sistemlerin kamusal alandaki görsel tezahürü olan, şehir meydanlarındaki Atatürk heykelleri yakın coğrafyadaki kominist rejimlerin heykel geleneğine benzerken , amerikan tipi bir heykel anlayışı ile tanışıyoruz. Önceden Stalin gibi Atatürk büstü yapılırdı yerine şimdi amerikan başkanlarının kayaya oyulmuşunun Atatürk versiyonuyla karşı karşıyayız.

Resmi ideolojinin sembolü olması veya dilbilimsel okumaları geçtim, gerçek hayattan konuşacağım. İnsanların işsizlikten kırıldığı, yetersiz beslendiği bir toplumda, iyi işler yapmak isteyen gençlerin yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir yerde -üstelik üniversite gibi kurumların desteğiyle- "zaman, para ve emek savurganlığı" gerçekleştirilerek yapılmak istenen bu Atatürk rölyefine harcananlar başka türlü ve doğru kullanılmalıydı.

Romanya'da Çavuşesku'nun sarayını gördüğümde, "UTANÇ VERİCİ" dedim kendi kendime. Ülkeler en zengin ve en güçlü oldukları zamanlarda "BÜYÜK YAPILAR" inşaa ederler.Tarih boyunca özellikle de oldukça eski örneklerle bu sabittir. Çavuşesku'nun inşaa ettirdiği saraya bakıp utanmamın nedeni arkamda uzanan bükreş kentinin fakirliği, yıkık döküklüğü insanların yoksulluğunun karşısında bu savurganlık devinin dikelmesiydi.

Ancak paranın harcanması ve TÜKETİM VE SAVURGANLIKLA sağlanan gelişme ve iyileşme yanılsaması, türkiye de her kesimöde kendisini gösteren bir "GERİLEMENİN" de işareti, kanıtı. Şaşaa, gösteriş her zaman için zenginliğin sunumudur ve eğer zengin değilseniz tek ilgilendiğiniz de zenginmiş gibi görünmenin yolu şaşaa ve görünüş olur ve bu TÜKETİMdir.Gerçekte dayandığınız bir temel ve gerçek bir üretim olmaksızın belirli kodları kullanarak bu heykel örneğindeki gibi bir içi boşluk abidesi dikebilirsiniz. Üstelik herşeye rağmen haklı da çıkar kitleleri de arkanıza alırsınız. Bu dünyanın kötüleşmesinin tarihidir.

Bu beni HASTA ediyor.

Bu işin gerçekten de ekonomik verileriyle ilişkili ama resmi ideolojinin kamusal alanda baskılanması işte. 40 metrelik bir Atatürk heykeline acilen ihtiyacımız var.


HALKIN her tür demokratik sürece KATILIMCILIĞI azaldıkça HEYKELLER BÜYÜYOR.



From: elmas.........at. gmail.com
Subject: Atatürk Rölyefi
Date: 24 Aralık 2007 Pazartesi 21:07:53 GMT+02:00
To: bilgiedinme@buca.bel.tr

Atatürk rölyefi ile ilgili olarak bilgi edinmek istiyorum.

Yapılması planlanan Atatürk rölyefi ile ilgili olarak, belde halkı ile iletişim kurulup fikir alışverişine yönelik bir çalışma gerçekleştirildi mi?

Proje ne kadar türk lirasına malolacak?

İlginize teşekkür ederim.

İyi çalışmalar,

Elmas Deniz

Allport's Scale

Scale 1, Antilocution

Antilocution means a majority group freely make jokes about a minority group. Speech is in terms of negative stereotypes and negative images. This is also called hate speech. It is commonly seen as harmless by the majority. Antilocution itself may not be harmful, but it sets the stage for more severe outlets for prejudice.

Scale 2 Avoidance

People in a minority group are actively avoided by members of the majority group. No direct harm may be intended, but harm is done through isolation.

Scale 3 Discrimination

Minority group is discriminated against by denying them opportunities and services and so putting prejudice into action. Behaviours have the specific goal of harming the minority group by preventing them from achieving goals, getting education or jobs, etc. The majority group is actively trying to harm the minority. (e.g. Jim Crow laws)

Scale 4 Physical Attack

The majority group vandalise minority group things, they burn property and carry out violent attacks on individuals or groups. Physical harm is done to members of the minority group. Examples are lynchings of blacks, pogroms against Jews in Europe, tarring and feathering Mormons in 1800s and British Loyalists in the 1700s, Killing of whites in South Africa by blacks.

Scale 5 Extermination

The majority group seeks extermination of the minority group. They attempt to eliminate the entire group of people (e.g., Indian Wars to remove Native Americans, Final Solution of "Jewish Problem" in Germany, Ethnic cleansing in Armenia).

kaynak wikidir/ wikipedya

Adnan Yıldız'a yorumum.

Orjina mesaj icin:

http://theflamingoandtheboy.blogspot.com/

Daha yanıt gelmedi... UPSD'ye kınama!

From: Elmas Deniz
Subject: Kınama ve öneri...
Date: 14 Kasım 2007 Çarşamba 22:33:20 GMT+02:00
To: upsd@upsd.org.tr

Sayın UPSD yetkilileri,

Bağımsız bir Sanatçı ve Aydın olarak; öncelikle derneğinize üye olmadığımı, hatta bu zihniyetle gittiğiniz taktirde iki dünya bir araya gelse üye olmayacağımı belirtmek isterim. (Yanlızca, derneğin benim yönetimime geçmesiyle, başkan olursam bunu düşünebilirim.)

Yazma nedenim basit; 1472 nolu basın bülteninizi okuduktan sonra daha önceleri muhatap bile almadığım (kaale almadığım) derneğinizin benim adıma da konuştuğuna kanaat getirdim.

"Aydın", "sanatçı" ve "sanat" kelimelerini temsiliyetini üstlenerek kulanmanız açısından. Maalesef ( ve ne mutlu ki) ortak kullandığımız bu kelimeleri tamamen farklı anlıyor ve kullanıyoruz.

Düzeltiyorum, siz yanlış kullanıyorsunuz...

Cezair bağımsız kalıncaya kadar Fransız oluşundan utanan, ve de zenci olmayı yeğ tutan Jean Genet, onu hapisten çıkmasına yardım eden Sartre, attığı taş ile Said gibi... Hrant Dink gibi...
Egemen sistemin tam göbeğinde oturan, en ufak eleştirel düşünceden nasbini almamış, gerici, faşist ve milliyetçi kişiler Aydın olamazlar. Sanatçı asla. Her tür demokratikleşme olanağının ve özgürleştirici, eleştirel düşünceyi benimsememiş kişiler de aydın-sanatçı olamaz. Siz alenen düşünce özgürlüğüne karşısınız. Ve alenen, eleştiriyor göründüğünüz şeylerin birer uygulayıcısı ve timsalisiniz. Gerici-faşist-sağcı.

Sanatçılardan oluşan bir grup insanın 301.maddeye destek vermesi akıldışıdır. Özellikle bu ifade özgürlüğüne karşı olmak anlamına gelir. Ve Hrant Dink'in öldürülmesini özellikle PKK terörüne bağlamanız ilginç, oysaki her gazete okuyan insan, katil Samast'ın bayrakların önünde polisle birlikte çekilen fotoğraflarını hatırlayacaltır. Bayraklar kesinlikle sarı,kırmızı ve yeşil değildi. Mektubun dilinden darbe yanlısı olduğunuz izlenimi dahi edindim. Askerin demokrasinin koruyucusu olduğuna olan inancınız da şok edici. Merakımı bağışlayın gerçekten PSD üyelerinin tamamı sizinle hemfikir mi?

Sanatçı kimliğinin bu denli bağnaz yaklaşımla ve şuursuzca kullanılması-alet edilmesi beni sinirlendiriyor. Sahip olduğunu iddia ettiğiniz düşünceler, kendine sanatçıyım diyen birisinden ziyade ucuz ve kötü politikacılarımızınkini anımsattı bana.

"Bir insanın ölümü"nü şehit veya yazar böylesine kullanmak anlaşılmaz.Kullandığınız dil barışı ve huzuru talep etmekden çok kendi çerçevesini açıklıkla çizdiğiniz bir milliyetçi söylemi çıkartıyor.

Basın bülteninizi gördüm ve size bir öneride bulunmaya karar verdim. Size entellektüel destek verebilmeyi çok isterim. Gönüllü olarak derneğinizin basın halkla ilişkiler görevini yürütüp, kamuoyuna yaptığınız duyuruların organizasyonunu yapıp, bizzat üzerine düşünüp yazmayı talep ediyorum. Bu çalışmamın karşılığında hiçbir ücret talep etmeyeceğim.

Bültenleri ben hazırlayayım. Zira her kim yazıyorsa ağır bir milliyetçiliğin, demokrasiyi son derece yanlış anlamış birisi olmasın. Insanların öldürülmelerini saygısızca kendi politikaları için kullanan bir ağızdan yazılmasınlar yeterki.

Yeterki bu bültenin altında kullanılan "Sanat" kelimesini görüp,

Utanmayayım.

işte bu nedenle nasıl bir politika yürüteceğinize ben karar vereyim.

Yok, bu olanaklı değilse,

tavrınızı kınıyor ve etkinliklerinizi durdurmanizi ısrarla rica ediyorum.


Ilginize teşekkür ederim,

Saygılarımla

Elmas Deniz


xxxxx

Sayı:1472

(Basın Bülteni)



UPSD’DEN TERÖRE LANETLEME

Güneydoğu’da sene başından beri yüze yakın askerimizin şehit edilmesi, etnik bölücü terörün artık emperyalizmden de güç alarak dal budak saldığını ve gün geçtikçe küstahlaştığını göstermektedir.

Ülkemizde ulus-devletin zayıflamasından medet uman emperyalist çıkar çevrelerinin neredeyse mazur göstermeye çalıştığı bu katliamlar, yurttaşlarımızın büyük tepkisine neden olmakta, özellikle şehitlerimizin aile ve yakınları, bu cinayetler nedeniyle tarif edilmez acılara boğulmaktadırlar.

Terör, nereden ve kimden gelirse gelsin, alçak, sinsice çözümsüzlükten başka bir şey üretemeyen bir zavallılık göstergesidir. Ne yazık ki 12 Eylül’den sonraki ilk yıllarda önce inişe geçen terör, 1980’lerde bölücü PKK çetelerinin ilk katliamlarıyla hortlamış, 1990’ın başından itibaren de Muammer Aksoy’dan başlayarak, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Hrant Dink’e kadar uzanan süreçte korkunç cinayetleri beraberinde getirmiştir. Özellikle dinci-etnik terörün Atatürk Cumhuriyetini açıkça hedef haline getirmesi, bunun ötesinde son yıllarda Dink’ten önce de bazı rahipleri de hedef seçmesi, yaratılmak istenen kaosun büyük bir oyunun parçası olarak tezgâhlandığını ortaya koymaktadır.

Yaşadığımız onca acı deneyimden sonra, bizler bu ülkenin sanatçıları olarak, herkesten önce ve herkesten çok barış, huzur ve eşitlik istiyoruz. Terörle pazarlık edilmeyeceğini bildiğimiz gibi,
dinci-etnik faşizmle de uzlaşma sağlanamayacağını çok iyi biliyoruz. Ülkesini sevmek veya dindar bir saygın vatandaş olmakla, yaratılan aşırı sağcı, gerici prototipin hiçbir alakası yoktur.

Ülkemizin yaşadığı olağan dışı kriz dönemi, laik demokrasiye ve Cumhuriyetimizin temel değerlerine yapılan saldırılar, halkın önemli kesiminin bu konulara uzaklığı, hepimizin bildiği gerçeklerdir. Aydınlanma devrimi ve Cumhuriyetimizin gerçek kimliği adım adım unutturulmak istenmektedir.

Şu anda her türlü şiddete, teröre ve etnik bölücülük çabalarına eşit şekilde uzak durmak, her aydın insanın kaçınılmaz tavrı olmalıdır.

Bu toprakları her gün canı pahasına koruyan Ordumuzun her görev kademesinde yer alan mensupları, bizim için sonsuz değerli insanlardır. Alçakça pusulara düşürülerek şehit edilen her insanımız, bizim kardeşimiz, ağabeyimiz veya oğlumuzdur. Her şeyden önce onlara yapılan saldırı, hepimize, tüm ulusa yapılmıştır. Acımız büyüktür. Şehitlerimizin kederli ailelerine ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne baş sağlığı diler, bunun son olmasını ve canilerin hak ettikleri şekilde cezalandırılmalarını temenni ederiz.

AIAAP UNESCO
TÜRKİYE ULUSAL KOMİTESİ
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği
Yönetim Kurulu Adına
Başkan
Bedri Baykam

Yönetim Kurulu
Nurettin Erkan
Tülin Onat
Bahri Genç
Pınar Yeşilada
Rüçhan Şahinoğlu
Nilüfer Ergin
xxxx

Sınırdışı Edilme Hissi

"Aynı sınırdışı edilmiş gibi hissettim".

Böylece kişisel kelime hazneme yeni bir deyim eklendi...

30'u gecesi trenle Bükreşe girtmek için Bosfor expresindeydim. Hersey yolundaydı, ilk defa kara yoluyla yurt dışına gidiyordum. Hatta o kadar keyifli geldi ki yolculuk, arkadaşlar bir gün mutlaka tatil amaçlı, trenle beraber gezelim diye mesajlar atma planları yaptım. Kondüktör Panait Istrati hastası bir kitap kurdu.

Önce kapukuleden geçtik. Gece boyle iniyorsun ıssız bir yerde, sıraya odalar var, gümrük,pasaport kontrol vs. orasi çıkış kapısı. Pasaportuna turkiyeden çıkış mühürü basılıyor. Yaklaşık 1-2 saat bekledik orda, sonra tren hareket etti. 30 dakika sonra da bu sefer giriş işlemleri için tren tekrar duruyor ve Bulgaristan sınınr polisi yolcuların pasaportlarını topluyor.

Bundan sonra da benim sınırdışı edilme hikayem.

Polis bana diyor ki eşyalarını topla, ben de herhalde diyorum kontrol edecekler ne götürüyoruz diye, baktım trende eşyasını toplaması gereken bir ben varim. sen geri doneceksin diyor polis. Ben açıklamaya çalışıyorum, türkçesi çok az polisin, ingilizce konuşamıyor. Herneyse indirdiler beni trenden burası Svilengrad. Gecenin saat 4 unde Bulgaristanda tek katlı bir sınır karakoluna geldim. İçerisini tarif etmeyeyim. Dokuluyor, sinekler, eski döşeme, plastik masa örtüsü, florasan ışığı. Orda uç saat bekledim hatta bir ara baktım hareket yok, hiçbiryere gittiğimiz yok çıkarttım kitabımı altını çize çize okudum. O kadar ümitsizdim ki hareket edeceğimizden. Polisler halinden memnun film serediyorlardı televizyonda, masadaki uyuklayarak birşeyler yapıyordu.

Ben önce biraz agresif davrandım,derdimi anlatmaya çalışıyorum. Sergim var Romanyada.acil.sanat... tren gidince de sakinleştim, polisler de öyle. Ama konuşabildikleri iki kelime türkçe dehşet vericiydi " Madam" ve " Bekle", herneyse ben artık çok sıkıldım ve dedim ki, gideyim ben beni sınırdışı edin, adam dedi ki " Car" . Derken birkac saat sonra tam da tekrar kitaba dalmıştım ki, içeri iki kişi geldi onlar da polis olacak, beyaz daha cok oyuncaga benzeyen bir tane arabaya bindim yeşil yazi vardi uzerinde resmi arac, sevimli ama içine oturunca herkesi dev haline getiriyordu. Yaklaşık 40 kilometre gittik, Generalevo yu geçtik, beni Kapitan Andreevo sınır kapısına getirdiler.

Bu arada bir tomar kağıt işlemi yapılyordu pasaportumun arasında benim takip edemediğim. Herneyse, tabelalar var yol kenarında sırasıyla bunları görüyorum: TURKEY 3, TURKEY 2, TURKEY 1, TURKEY 0,5.

Burası sınırmış Kapitan Andreevo herneyse, beni bir başka bulgar devlet dairesine götürdüler, kağıtlarımı verdiler oraya sonra bir polis bana gidiyoruz diye işaret etti. Ben de takıldım peşine, tekrar arabaya bineceğiz sandim ki bana yürümemi işaret etti. Tabi işaretlerini görmem için bana " Madam" diye sesleniyorlar önce. Herneyse, polis benimle sınıra kadar yürüdü sonra yaklaşınca eliyle bana yürüyeceğim yönü gösterdi ben de kapukule sınır kapısına, türkiyeye doğru yürümeye başladım.

Hayatımdaki tuhaf anlardan biriydi.

Sınır kapısında, gişelerden biri çalışıyordu, hava da aydınlanmıştı artık. Yanlızca bir araba vardi giriş yapan. Ben ortamdaki tek yaya insan arabanın arkasında sıraya girdim, burası komikti aslında çünkü az sonra arkama bir araba ve bir otobüs dizildi.

Aradaydım, no mans land. Sağda solda Duty-free dükkanları geniş yol birkaç araba ve otobüs var etrafta. Ben garip hissediyorum. Girişteki Türk polisle tartıştım tabi. Yorgunum, uykusuzum ve açım en korkunç halim.

Vatan uğruna kann... gözüm döndü o ara.

İki ülke arasındaki boşluk, tuhaf bir rahatlik hissi ve politik görüşünün test alanı gibi. Mesela ben ah türkiyedeyim güvendeyim, ne güzel diye hissetmedim, geriye bakıp pis bulgarlar da demedim. Ben basbaya bu ne biçim dünya ve bu ne biçim insanlık dedim. Yeryüzünü parçalayan, sonra onu sahiplenip başkalarına eziyet yapan, bu ne biçim bir sistemdi. Yürüyordum. Her 500 metrede bir karşına gişeler çıkıyor acil giriş, diplomatik, ve normal çıkışlar, gümrük kontrolleri, sağlı sollu banka, sigorta ofisleri, karantina hekimliği. Ben yürümeye devam ediyorum. Çok yorgun hissettim istanbula dönemeyecek kadar, Edirneye gidip bir otel bulup uyumayı planladım.

Sonra yeni giriş yapmış bir otobüse nereye gidecegini sordum, şöför çok tuhaf bir adamdı, bol sakallı entellektüel ama akşamları darbuka çalarım sakallı, yana dönüp otobüsün gerçekte nereye gittiğini sordu, ben de vazgeçtim tabi şöför bilmiyorsa nereye gittiğini eyvah dedim gideriz herhalde sacma sapan biryere. Oyle teşekkür ettim. Az ilerde park etmiş diğeri vardı başka da bir araç yok etrafta.

Baktım camda yazıyor.

Istanbul-Skopje- İstanbul

İstanbul mu?
Evet.
Beni götürürmüsünsüz istanbula. Ne kadar?
Seni gördük biz nerden geldin?
Indirdiler beni trenden bulgaristanda vize yuzunden Romanyaya gidecektim ben aslında.
Atla.

Otobüs de evlere şenlik baktım sigara içiyor birkaç kişi dedim ben de içebilirmiyim? Arkaya oturursan olur dedi muavin. Otobüsün sahibi ve bir yolcu arkadaşlarmış zaten arkada içiyorlardı. Onlarla konuştuk, bir dolu hikaye...

Yeşil pasaport beya. Cok değerli satsan ya beya.

Ben bir ara tavuk yok mu diye sordum. Bu kadar olayın üzerine ancak tavuklar olursa otobüste tam olurdu.

Çantamın üzerine kıvrılıp uyumuşum. Uyandığımda beynim kendini Bükreş de sandı nasıl kurmuşşam kafamı. Kahveyle kendime zor geldim. İstanbuldaydım tekrar.

Yolculuk yorucu birşey ya, ama eninde sonunda gitmek istediğin yere varıyorsun. Ben gidemedim. Kısır oldu.

Bu gün ise uyandığımda tuhaf hissettim. Sınırdışı edilmek aslında insanı aşağılayan da bir şey, okulda hoca sınıftan atar dışarı kişiyi, öğretmenin amaçı aşağılamaktır, ancak öğrenci hep gururla ve pişkin bir gülüşle çıkar dışarı, neredeyse zafer edasıyla çünkü hak ettiği düşünülen ceza için inandığı saygısızlığı rızasıyla yapmıştır. Ama bir ülkeden hem de gurur duyulacak bir eylem yapmaksızın atılmak gerçekten çok sinir bozucu.

Trende kanadalılar vardı dünyanın bir ucu, gitti ama onlar istedikleri yere. Ben komşuyum, o kadar da aynıyız ki anlamadım neden ben gidemedim diye.

Tufanın bana yakıştırdığı gibi;

Kareden çıkıyorum sonra da tüm dekor devriliyor.

Opening


GALERIA NOUA
photography & new media
-----------------------
Welcome to the opening of the exhibition

ON VOLATILITY

Wednesday 3rd of October at 18:00

Curator: Oana Tanase
Artists: PILVI TAKALA & ELMAS DENIZ

[03 - 28. 10. 2007]

Marmara Universitesi kınama metni üzerine dekanliga gönderdiğim e mail.Henüz ses cikmadı.

Kınama!

Elmas Deniz Wed, Sep 26, 2007 at 4:07 PM
To: dekanlik-gsf@marmara.edu.tr
Cc: celenk bafra

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığına,
bienal kınama metinlerine cevaben:


ÜNİVERSİTELER İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE ENGEL OLAMAZ. HATTA
ÜNİVERSİTE BİLGİNİN ÜRETİLDİĞİ BİR MEKAN OLARAK HER TÜR
DÜŞÜNCENİN DAHA AÇIK VE NET TARTIŞILDIĞI, SANSÜRLENMEDİĞİ
MEKANLAR OLMAYA ÇALIŞMALIDIR.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ DEKANINDAN GELEN BU AÇIKLAMANIN YANLIZCA
DEKANIN DÜŞÜNCELERİNİ KAPSADIĞINI VE DİĞER AKADEMİK ÜNVAN
SAHİBİ KİŞİLERİN BU GÖRÜŞTE OLMADIKLARINI BİLMEYİ ÇOK
İSTERİM.

BU GEREKSİZ VE GERİCİ ÇIKIŞLARINDAN DOLAYI, MARMARA
ÜNİVERSİTESİ DEKANI VE TEMSİL EDİLEN TÜM AKADEMİK
ÇALIŞANLARIN AKILLARINI BAŞLARINA DEVŞİRMELERİNİ DİLERİM.

ÜNİVERSİTE, YASAKLAR VE SANÜR MEKANİZMASINI BU KADAR
İÇSELLEŞTİRDİYSE O ZAMAN " ÜNİVERSİTE " ÜNVANININ GERİ
ALINMASI GEREKMEZ Mİ?

Ayrıca daha bir dünya tepki gösterilecek mesele dururken Türkiye
de sanat eğitimini sizden daha iyi biçimde sürdüren bienale olan
gizli kininizden süphe duymaktayım. Siyasi tepki verebilmekte iseniz
neden kritik noktalarda tepkisiz kalıp Bienal'e nasil
saldırıyorsunuz. Mektupta öne sürülen Türkiye deki toplumsal
etnik kıskırtmalar özellikle bu çıkışınızla, tam da,
tarafınızdan yapılmaktadır.

Araştırma yapmak bir haktır ve kendi siyasal inanç ve
görüşlerinize bağdaşmadığı gerekçesiyle tepki koyan bir
üniversite, beni gelecek adına son derece kaygılandırıyor.

Istanbul Bienali'ne ve Hou Hanrou'ya ilettiginiz kinama metninin geri
cekilmesi icin israrimi bildirmeye bir sanatçı olarak sorumlu
hissetmekteyim.

İlginize tesekkur ederim,

Elmas Deniz

Search This Blog